Mustafa Kemal Atatürk’ün sevdiği yemekler ve sofra hali
Mustafa Kemal Atatürk, kardeşi Makbule Atadan’ında aralarında bulunduğu ziyaretçiler ile beraber sofrada.
Sevdiği Yemekler ve Yemek Programı
Atatürk, boğazına düşkün, çok yiyen bir insan değildi. Kendisi bir konuşmasında ziyafetlerde çok yemek yenmesini tasarrufa aykırı bulduğunu ve sağlığa zararlı olduğunu söylemiştir.
Sabah kahvaltısı : çay, kahve içiyor, fazla bir şey yemiyordu. Soğuk ayranla, bir dilim ekmek yerdi. Bazen bir kase yoğurt yer, sonra sütlü kahve içerdi.
Öğle yemeği : Bir iki dilim ekmek yerdi. Etsiz kuru fasulye, pilav çok sevdiği yemekti. Kuru fasulyeye, “yağlı fasulye” derdi. Ayran ve limonata içiyordu. İki dilim ekmeği ayrana batırarak yiyordu. Yoğurt da ayrıca yiyordu. “Kuru fasulyeye okulda alıştım” demiştir. Kışla yemeği, askerî yemek sayılmıştır kuru fasulye. İkindi üzeri ekmeksiz bir bardak ayran içerdi.
Sofradan genellikle doymuş olarak değil, aç kalkarmış.
Akşam yemeği : Akşam yemeğinin ayrı bir önemi vardı. Devletin yönetim kademesinde yer alan kişileri genellikle akşam yemeğinin konukları olurlar ve sofrada sohbetlerin konusu ülke ve ülke meseleleri oluyordu.
Omlet seviyormuş, özellikle gece geç saatlerde acıkınca peynirli omlet yermiş. Sahanda yumurta da severmiş. Etli taze bamya de sevdiği yemeklerden. Karnıyarık da severmiş. Onu pilav karıştırarak yermiş.
Haşlanmış kuşkonmaz da sevdiği bir yemek. Enginarı hiç yememiş. İstediği halde hiç yiyememiş. Hastayken enginar yemek istemiş. Hatay’dan ısmarlamışlar. Fakat kendisi komaya girmiş ve yiyememiş. Arasıra fava denilen zeytinyağlı, limonlu bakla ezmesinden istediği olurdu. Tatlılarla arası pek iyi değilmiş. Ama gül reçeli severmiş. Kahveyi orta şekerli içermiş. 10-15 fincan içermiş. Hergün 40-50 sigara içermiş. Meyvalardan kavun seviyormuş. Kavrulmuş, tuzlu leblebi, fıstık da sevdiği yiyeceklerden. Soğan, sarımsak, pastırma gibi kokulu yiyecekleri sevmiyormuş. İçkilerden rakı ve bira içiyordu. Sofrasında çeşit bol değilmiş. Köşkte hazırlanan yemekleri yiyordu.
Sarhoşluktan hiç hoşlanmadığı söylenmektedir.
Çocukluğunda annesinin yaptığı Selanik’in ıspanaklı böreğini çok severmiş.
Seyahatlerinde gittiği yerlerde kendisine ikram edilen yörenin yemeklerini zevkle yermiş. Ama bunlar O’nun sürekli yediği yiyecekler değildi.
Kırşehir’de çorba, hindili pirinç pilavı, su böreği, karışık turşu ve meyva ikramları ile karşılaşmıştır. Kırşehir’in su böreğini çok beğenmiş.
Kaman’da sahanda yumurta, yoğurt, balbaşı, pekmez ve meyva yemiş. Kızarmış tavuk, bulgur pilavı da orada ikram edilen yemekler arasındadır. Kaman’da ikram edilen yoğurt ve pekmez karışımı bir tatlı olan balbaşı pekmez dürüm ya da sokum biçiminde yufka ekmekle yenir ki Atatürk bu yiyeceği de sevmiş.
Adana’da severek yediği yemekler şunlardı: Bamya dolması, patlıcan hünkar beğendi, güveç, sini köftesi, domatesli pirinç pilavı, hanım göbeği tatlısı. Tarsus’ta baklava yemiş ve ayran içmiş. Ayrıca çok miktarda marul yemiş.
Siroza yakalanıp halsiz düştüğü günlerde tatlı yemesi gerektiğinde Yanya tatlısı ve irmik helvası çok hoşuna gitmişti.
Konya’da kendisine sedirler saç böreği ve Höşmerim denen kaymaklı tatlı ikram edilmiş ve Atatürk bu özel yiyeceklerden memnun kalmıştı. Özellikle belediye başkanının evinde hanımı bu yemekleri O’na ikram etmiştir.
Atatürk’ün Sofrası
Mustafa Kemal Atatürk, kardeşi Makbule Atadan’ında aralarında bulunduğu ziyaretçiler ile beraber sofrada.
Tarihin ilk çağlarından bu yana devlet başkanlarının çeşitli mesleklerden kişilerle sofrada oturup tartışma geleneği yarattığını biliriz. Eski Yunan’da ünlü filozof Eflatun, öğrencileriyle tarihe “Diyaloglar” diye geçen tartışmalarını “Akademia”da yapardı. Burası, Atina’da bir felsefe okulu durumuna getirdiği evinin bahçesi idi. Eflatun’da tıpkı hocası Sokrates gibi burada öğrencileriyle günün sorunlarını aklın ve bilimin ışığında tartışırdı. Böylece gerçeklere, iyiye, güzele, doğruya varmanın yolları aranırdı.
İşte Atatürk’ün sofrası da bu nitelikte bir sofra idi.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu bir yazısında şöyle der : “Atatürk’ün sofrasından hepimizin ruhunda ve dimağında nice derin, tatlı ve ibret verici anılar, yaşama ve insanlığa dair, nice değerli dersler kalmıştır.”
Atatürk’ün sofradaki sözleri, felsefesi, yol göstericiliği, fıkraları, vecizeleri gerçekten bir hazine idi. Bu sofrada esen hava sevgi, vefa ve arkadaşlıktı. Burada ilim, sanat, kültür, nesnel görüşler, gerçeklikler, idealler yer alırdı. Ülke sorunları, geleceği, çözüm biçimleri aranırdı. Gönül sohbet ister, kahve bahane şiirinde olduğu gibi, M.Kemal için de amaç, tartışmalardı, iyiyi doğruyu bulmaktı. Akıla yol açmaktı. Sofra ve içki ise bir araçtı. Gece yemekleri bazen müzikli oluyor, çeşitli sanatçılar konser veriyordu.
Mustafa Kemal Atatürk normal hayattaki hoşgörüsünü ve saygısını sofrada ikende göstermekten çekinmezdi. İçkili sofralarda eğer içmeyen bir kimse sofraya iştirak ediyorsa içkileri kaldırtır ve yemeğe öyle devam ederdi. Keza mübarek günlerde aynı şekilde davranırdı.
Karatahta, tebeşir, silgi ve kütüphaneden gelen kitaplar, sofranın bir parçası idi.
ulu önderimiz ATATÜRK’ün sevdiği yemekler
Büyük devlet ve siyaset adamı, büyük kumandan ve büyük devrimci olarak kalıcı ve yaşayan bir deha olan Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün yaşamında ve anılarında büyük bir yer tutan sofraları; servis biçimleri, konukları ve fikir sohbetleriyle renklenen bir tür akademiydi.
Atatürk, yalnızlığını gidermek; dostları ile sık sık bir arada olacağı ortamı yaratmak; eğlenme, dinlenme ihtiyacını gidermek (çoğunlukla ciddi konular ve ilmi tartışmalarla geçen geceler olduğu gibi bazı gecelerde de alaturka saz getirilerek eğlenilirdi; Atatürk sevdiği şarkıları söyledikçe neşelenir ve misafirlerine dönerek sık sık kadeh kaldırırdı) görev vereceği kişileri türlü yönlerden yoklamak; gerekli durumlarda da kamuoyu oluşturmak; dostlarıyla (ve bazen düşmanlarıyla da) iç politika, dış politika, iktisadi politika, dil, coğrafya vb. birçok ilmi konular, günün önemli sorunları, devrim hareketleri, her çeşit milli sorunları tartışmak için (sofranın dağılması görüşülen konunun önemine göre olup, çoğu zaman sabahlandığı gibi erken saatlerde dağıldığı da olurdu ve ayrıca Atatürk, fikir ve kanaatlerin serbestçe açıklanması için müsamahakar kalırdı, ama, dedikodu konularına hiç müsaade etmezdi), çalışma ve uyku dışındaki zamanının çoğunu akşam sofralarında geçirmeyi bir yaşam tarzı olarak benimsemişti.
ÜÇ TÜR KONUĞU VARDI
Atatürk’ün sofralarının, çok eskiden beri ilişkisinin olduğu yakın dostları (Selanikli, uzaktan yakın akrabası da olan yaveri Salih Bozok; Selanik’ten arkadaşı olan ve Mustafa Kemal’e Kemal diye hitap edebilen iki kişiden biri olan Kurmay Albay Nuri Conker; Latife Hanım; kendisine uzun süre yaverlik yapan Cevat Abbas; koruması Kılıç Ali); günaşırı ya da hafta aşırı konukları olan düşün adamları ve gazeteciler (sofraya eşleriyle katılarak Atatürk’ün yalnızlığını gideren Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ruşen Eşref Ünaydın ve Nadir Nadi) ve düşünce alışverişinde bulunmak için özel olarak davet ettiği konuklar olmak üzere üç tür konuğu vardı. Sofranın sürekli konukları olan eski askerlerin hepsi de, sofrada bile çift tabanca ile oturarak ve konukların yoğun olduğu gecelerde az içki içip dikkatlice etrafı kollayarak Atatürk’ün yakın korumalığını yapan kişilerdi. Ayrıca, bu korumalar, yurt gezilerinde de Atatürk’ün çevresinde canlı kalkan oluştururlardı. Atatürk’ün sofrasına, çağrısız girebilen tek kişi İsmet Paşa idi.
SOFRAYA ÖZEN GÖSTERİRDİ
Çok dikkatli bir insan olan Atatürk, sofraya otururken; sofra örtüsünden tabaklara, bardaklardan çatal bıçaklara varıncaya kadar her şeyin düzenli olarak yerli yerinde olmasına özen gösterirdi (sofraya oturmadan önce, çatal bıçaklarda bir düzensizlik görürse; bunu bizzat kendisi düzelterek sofraya otururdu). Sofranın karşısında, tebeşirleri ve silgisiyle birlikte bir büyük kara tahta bulunurdu. (Karşılıklı fikir ve bilgi alışverişinin yapıldığı sofradan birçok profesör, milletvekili ve bakan kara tahtaya kalkardı). Gelen davetliler köşkün bilardo salonunda toplanarak Atatürk’ü beklerlerdi. Davetlilerini bekletmemeye özen gösteren Atatürk, köşke geldiğinde davetlilere: “Hoş geldiniz” diyerek ellerini sıktıktan sonra: “Buyurun, sofraya oturalım” derdi ve sofraya oturulurdu. Eğer Atatürk, köşkün dışında bir gezintide değilse, bilardo salonuna inip bilardo oynayarak konuklarını beklerdi ve konukları gelince de bir yandan bilardo oynarken bir yandan da sohbet ederdi. Sofraya oturma zamanı geldiğinde de “Buyurun, sofrada devam ederiz” diyerek davetlilerle birlikte sofraya geçerdi.
YEMEK SEÇMEZDİ
Sofrada titizlik göstererek yemek seçmeyen Atatürk’ün, ısrarlı yemek isteği olmazdı ve çoğunlukla mönüde ne varsa onları yerdi. Yemek seçmemekle birlikte Atatürk’ün sevdiği başlıca yemekler, omlet, patlıcan, karnıyarık, yağlı fasulye diye adlandırdığı kuru fasulye idi. Patlıcan karnıyarık ile pilavı birbirine karıştırarak yemeyi çok severdi. Meyveyi olgun yerdi ama çürütmezdi.
SOFRASINDA KİMSEYİ İÇMEYE ZORLAMAZDI
İçki olarak rakıyı ve yanında da baş meze olarak leblebi, beyaz peynir ve kavunu tercih ederdi (bira, şarap, viski ve şampanyayı nadiren içerdi). Gündüzleri ve önemli konuların görüşüleceği sofralarda içki bulundurmayan ve kahve içen Atatürk, görev başında içki içilmesini de hoş görmezdi. “Sağlığın korunması için, özellikle dimağın canlılığı, zihnin açıklığı için alkol almamalı” diyen ve içmediği günlerde, hem uyumak hem de bağırsaklarını harekete geçirmek için devamlı olarak ilaç kullanmak zorunda kalan Atatürk, sağlığı için içmemesini isteyen genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’a, “Haklısın bunları ben de bilmez değilim çocuk. Fakat ne yapayım ki içmeğe mecburum; kafam çok, ama beni rahatsız edecek kadar çok ve hızlı çalışıyor; vakit vakit onu uyuşturup biraz dinlenmek ihtiyacını duyuyorum… Zihnim bir meseleye takılıyor, onu düşüne düşüne kafam şişiyor, uykum kaçıyor… İçmediğim zamanlar uyuyamıyorum, ıstırap içinde bunalıyorum. Aynı zamanda içki bağırsaklarımı da düzenliyor…” demişti. (Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında ise hiç içki içmemişti). Sarhoşluktan hiç hoşlanmayan ve hayatında hiç sarhoş olmamış olan Atatürk sofrasında, alkolün tesiri altında kalanlara fazla rahatsız olmamaları için hemen izin verirdi. Az içki içen Atatürk, sofrasında kimseyi içkiye zorlamazdı.
GENELDE KENDİNİ YALNIZ HİSSEDERDİ
Akşamları sofrasında konukları eksik olmayan ve buna rağmen, kendini genelde yalnız hisseden Atatürk, 1936 sonlarında bir gün genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’a şöyle içini döktü: “Bunalıyorum çocuk, bunalıyorum… Ben burada bir nevi mahpus hayatı yaşıyorum. Çünkü gündüzleri ekseriye yalnızım. Herkes işinde gücünde… Benim ise çoğu günler, bütün günümü değil, bir saatimi dahi dolduracak işim yok. Şu halde ya uyuyabilirsem uyuyacağım, yahut bir şeyler yazacağım. Arada biraz dinlenmek ve hava almak ihtiyacını duyarsam şehir içinde ve dışında ancak otomobiller ile gezinti yapacağım. Ya sonra? Sonra gene bu hapishaneye döneceğim. Ve kendi kendime bilardo oynayıp, sofra zamanını bekleyeceğim. Bari sofrada değişiklik olsa… Ne gezer… Bu sofra nerede kurulursa kurulsun karşımda aşağı yukarı hep aynı insanlar… aynı yüzler… Hasılı bıktım, usandım çocuk…”
SON İSTEĞİ ENGİNAR OLDU
1938 yılının Ekim ayında, Atatürk oldukça ağır hastaydı. 29 Ekim 1938’den 7 Kasım 1938’e kadarki 10 günü yarı uyur yarı uyanık bir halde geçirerek, genellikle kendinde olmayan Atatürk, hastalığının son aşamasındaydı ayıldıkça da yulaf unundan poriç, süt, pirinç suyu ve meyve sularından oluşan mönüsüyle karnını doyuruyordu. O günlerde Atatürk’ün canı enginar yemeği istedi. Ancak o zaman İstanbul’da bulunmadığı için Hatay’dan ısmarlanan enginarlar; ölüm döşeğinde derin bir uykuda olan Atatürk’e kısmet olmadı.