Tarihteki türk bilim adamları
Türk Tarihindeki Ünlü Bilim Adamları
İbn-i Sina (980-1037)
Eserleri Batı dillerine Latince yoluyla çevrilerek Avicenna diye şöhrete ulaşan İbni Sinâ…
Hezarfen Ahmed Çelebi
Kendisi dünyada ilk kez uçmayı başaran Türk bilginidir.
Ali Kuşçu
Türk-İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, XV. yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu…
El-Farabi (870-950)
Aristoteles mantığına dayanan usçu bir metafizik oluşturmuştur. Amacı, Aristoteles’i, biraz da Plotinos’un yardımıyla, İslam diniyle uzlaştırmaktı…
El Biruni
Birunî Eserlerindeki yüksek fen bilgileri, kendinden sekiz asır sonra gelen fen bilim adamlarını dahi hayrette bırakmış, bugünkü fennin mimarlarının rehberi olmuş büyük fen ve islâm âlimidir…
Takiyüddin
16. yüzyılda gökbilim çalışmaları sürdürülürken, Avrupa ve Osmanlı’da rasathane kuran iki çağdaş gökbilimci ortaya çıkar.
Akşemseddin
“Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı.
Ömer Hayyam (1048-1131)
Asıl adı Giyaseddin Ebu’l Feth Bin İbrahim El Hayyam’ dır. Binom teoerimini ve bu açılımdaki katsayıları bulan ilk kişi olduğu düşünülmektedir.
İbn Heysem (965-1040)
İbn-i Sina (980-1037)
Büyük Türk bilginidir. Ailesi Belh’ten gelerek Buhara’ya yerleşmişti. İbni Sinâ, babası Abdullah, maliyeye ait bir görevle Afşan’dayken orada doğdu. Olağanüstü bir zekâ sahibi olduğu için daha 10 yaşındayken Kur‘an-ı Kerim’i ezberledi. 18 yaşında çağının bütün ilimlerini öğrendi. 57 yaşındayken Hemedan’da öldüğü zaman 150’den fazla eser bıraktı. Eserleri Latince’ye ve Almanca’ya çevrilmiş, tıp, kimya ve felsefe alanında Avrupa’ya ışık vermiştir. Onu Latinler “Avicenna” adıyla anarlar ve eski Yunan bilgi ve felsefesinin aktarıcısı olarak görürler.
İbni Sinâ, daha çocukluğunda, çevresini hayrete düşüren bir zekâ ve hafıza örneği göstermiştir. Küçük yaşta çağının bütün, ilimlerini öğrenmişti. Gündüz ve gece okumakla vakit geçirir, mum ışığında saatlerce, çoğu zaman sabahlara kadar çalışırdı. Pek az uyurdu. Kafası öylesine doluydu ki, uyanık iken çözemediği bir takım meseleleri uykusunda çözer ve uyandığı zaman cevaplandırılmış bulurdu.Bir keresinde, Aristo metafiziğini inceliyordu. Defalarca okuduğu halde bir türlü esasını kavrayamamıştı. Buhara çarşısında gezerken sergide bir kitap gördü. Mezat tellâlı, bunu satın almasını, bu sayede birçok meseleyi kolayca halledebileceğini söyledi. Bir mezat tellâlının bildiği kitabı bilememek, İbni Sînâ’ya çok güç geldi. Onun okuma huyunu herkes öğrendiği için, bilhassa kitap satıcıları kendisini tanıyorlardı. İbni Sînâ, kendisine tavsiye edilen Fârabî’nin Aristo’ya ait şerhini satın aldı. Bir defa okumakla, o çözemediği noktaların büyük bir açıklığa kavuştuğunu gördü: “Şükür sana Yârabbi!” diye secdeye kapandı ve Fârabî’nin yolunda fukaralara sadaka dağıttı. Oysa, İbni Sinâ doğduğu zaman Fârabî otuz yaşındaydı ve bu olay geçtiği sırada da hayattaydı.
Buhara Emiri Nuh İbni Mansur’u ağır bir hastalıktan kurtardı ve bu yüzden de Samanoğulları sarayının kütüphenisinde çalışma iznini aldı. Bu sayede pek çok eseri elinin altında bulduğu için vaktini kitap okumak ve yazmakla geçirdi. Hükümdar öldüğü zaman o, henüz yirmi yaşındaydı ve Buhârâ’dan ayrılarak Harzem’e gitti: EI-Bîrûni gibi büyük bir şöhret ve değerin, onun çalışkanlığına, bilgisine değer vermesi, kendisini yanına kabul etmesi, beraber çalışması, hakkında kıskançlığa yol açtı. Bu yüzden takibata bile uğradı. Harzem’de barınamayarak yeniden yollara düştü. Şehirden şehre dolaşarak nihayet Hemedan’a kadar geldi ve orada kalmaya karar verdi.
İbni Sînâ, çoğu fizik, astronomi ve felsefeyle ilgili olarak 150 civarında eser yazmıştı. Farsça olan birkaçı dışında bunların hepsi Arapça’dır. Çünkü o devirde ilim eserlerini Arap diliyle yazmak âdetti. Arapça’ya bu bakımdan değer verilirdi. Bilhassa tıp ilmine dair araştırmaları son derece orijinal ve doğrudur. Bu yüzden doğu ve batı hekimliğine kelimenin tam anlamıyla, 600 yıl, hükmetmiştir. Kendisinden sonra yetişen Gazâli, Fârabî’yi’ ondan öğrenmiştir. Düşünce ve anlayış bakımından İbn-i Sina, Farabî ile İmam Gazâlî arasında bir köprü vazifesi görür. Yunan felsefesini İslâm ilmi olan Kelâm ile, yâni Tanrı bilgisiyle bağdaştırmaya uğraşmıştır. Eğer o gelmeseydi, Farabî’nin kurduğu temel Gazâli’nin yorumuyla gelişemeyecek, arada büyük bir boşluk hasıl olacaktı.
Eserleri Batı dillerine Latince yoluyla çevrilerek Avicenna diye şöhrete ulaşan İbni Sinâ, yanlış olarak bir süre Avrupa’da İranlı hekim ve filozof olarak tanınmıştır. Bunun da sebebi, eserlerini Türkçe yazmamış olmasındandır… Bununla beraber, batılılar da kendisini Hâkim-i Tıb, yani hekimlerin piri ve hükümdarı olarak kabul etmişlerdir. 16 yaşındayken pratik hekimliğe başlayan İbni Sinâ, resmî saray doktorluğu da yapmıştır. Ama şöhreti her ne kadar tip ilmiyle ilgiliyse de asıl kişiliği, Ortaçağda uzun süre tartışma konusu olan Tanrı varlığının mutlak bir zorunluluk olduğu konusundaki Kelâm meselelerine getirdiği kesin çözüm yolundan ileri gelmektedir.
Matematik, astronomi, geometri alanlarında geniş araştırmaları vardır. İnsan bilgisinin Tanrıyı ve kâinatı mutlak şekilde anlamaya elverişli olmadığını söylerken, aklın varlığını kabul eder. İnsandan bağımsız bir ruhun varoluşu, İbni Sînâ’ya göre Tanrıdan yansıyan bir delildir. İbni Sînâ, tıp araştırmaları yaparken bazı hastalıkların bulaşmasında göze görünmeyen birtakım yaratıkların etkisi olduğunu, yani mikropların varlığını sezmiş ve bu bilinmeyen mahluklardan eserlerinde sık sık bahsetmiştir. Mikroskobun henüz bilinmediği bir devirde böyle bir yargıya varmak çok ilginçtir.
Şifa adlı eseri bir felsefe ansiklopedisidir. Diğer eserlerine gelince bunlar arasında en tanınmış olanlarından: el-Kanun fi’t-Tıb isimli kitabı tamamen bir tıp ansiklopedisidir. Necât ve İşârât adlı kitapları ve Aristo’nun felsefesini anlatan yirmi ciltlik Kitâbü’l-İnsâf’ı başta gelen eserlerindendir.İbni Sina kimya alanında da çalıştı ve önemli keşiflerde bulundu. Bu hususta Berthelet, kimya ilminin bugünkü hale gelmesinde İbni Sina’nın büyük yardımı olduğunu söyler.Bu çalışmaları ve etkileriyle İbni Sina Doğu ve Batı kültürünü geliştiren büyük bilginlerden biri oldu. Bütün bunlardan başka İbni Sina çok güzel şiirler yazdı. Hatta Türkçe olarak yazmış olduğu şiirler de vardır.
İbni Sina, 1037 tarihinde Hemedan’da mide hastalığından öldü.
İbn-i Sina’nın asıl büyüklüğü doktorluğundadır. Şifâ adındaki 18 ciltlik ansiklopedisi, ismine rağmen tıptan çok matematik, fizik, metafizik, teoloji, ekonomi, siyaset ve musiki konularını içine alır. Onun tıp şaheseri, kısaca Kanûn diye bilinen el-Kanûn Fi’t-Tıb adlı büyük kitabıdır. Eser, fizyoloji, hıfzıssıhha, tedavi ve farmakoloji bahislerine ayrılmıştır. Konular dikkatle incelendiğinde İbn-i Sina’nın bugünkü tıp için bile geçerli olan pek çok ileri görüşleri bulunduğunu; mesela mikroskop olmadığı halde, hastalıkların ‘mikrop’ mefhumuna benzer yaratıklarca meydana getirildiğini sezebildiğini görürüz.
İbn-i Sina’nın Kanûn adlı eseri XII. yüzyılda Latince’ye çevrildi ve Batı tıp aleminde bir patlama tesiri yaptı. Roma’nın Galen’i de, Er Razi’de ilimde eriştikleri tahtlarından indirildiler ve çağın Fransa’sının en meşhur tıp fakülteleri olan Montpellier ve Lauvain Üniversiteleri’nin temel kitabı Kanûn oldu. Durum XVII. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etti ve İbn-i Sina, 700 yıl Avrupa’nın tıp hocası oldu. Altı yüzyıl önce Paris Tıp Fakültesi’nin kütüphanesinde bulunan 9 ana kitabın en başında İbn-i Sina’nın Kanûn’u yer almıştır.
Bugün hala Paris Üniversitesi’nin tıp fakültesi öğrencileri St. Germain Bulvarı yanındaki büyük konferans salonunda toplandıklarında iki Müslüman doktorun duvara asılı büyük boy portresiyle karşılaşırlar. Bu iki portre, İbn-i Sina ve er-Razi’ye aittir.
İbni-Sina ve Felsefe
İslam filozofu. Aristotelesçi felsefe anlayışını İslam düşüncesine göre yorumlayarak, yaymaya çalışmış, görgücü-usçu bir yöntemin gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Buhara yakınlarında Hormisen’de doğdu, 21 Haziran 1037’de Hemedan’da öldü. Gerçek adı Ebu’l-Ali el-Hüseyin b. Abdullah İbn Sina’dır. Babası, Belh’ten göçerek Buhara’ya yerleşmiş, Samanoğulları hükümdarlarından II. Nuh döneminde sarayla ilişki kurmuş, yüksek görevler almış olan Abdullah adlı birisidir. İbn Sina, önce babasından, sonra çağın önde gelen bilginlerinden Natilî ve İsmail Zahid’den mantık, matematik, gökbilim öğrenimi gördü. Bir süre tıpla ilgilendi, özellikle, hastalıkların ortaya çıkış ve yayılış nedenlerini araştırdı, sağıltımla uğraştı. Bu alandaki başarısı nedeniyle, II. Nuh’un özel hekimi olarak görevlendirildi, onu sağlığa kavuşturunca, dönemin önde gelen tıp bilginlerinden biri olarak önem kazandı.
İbn Sina’nın felsefeye karşı ilgisi deney bilimleriyle başlamış, Aristoteles ve Yeni-Platoncu görüşleri incelemekle gelişmiştir. İslam ve Yunan filozoflarının görüşlerini yorumlayan ve eleştiren İbn Sina’nın ele aldığı sorunlar genellikle, Aristoteles ve Farabi’nin düşünceleriyle bağımlıdır. Bunlar da, bilgi, mantık, evren (fizik), ruhbilim, metafizik, ahlak, tanrıbilim ve bilimlerin sınıflandırılmasıdır. Belli bir düşünce dizgesine göre yapılan bu düzenlemede her sorun bağımsız olarak ele alınıp çözümüne çalışılır.
Bilgi sezgi ile kazanılan kesin ilkelere göre sonuçlama yoluyla sağlanır. Bu nedenle, bilginin gerçek kaynağı sezgidir. Bilginin oluşmasında deneyin de etkisi vardır, ancak bu etki usun genel geçerlik taşıyan kurallarına uygundur. Ona göre “bütün bilgi türleri usa uygun biçimlerden oluşur.” Bilginin kesinliği ve doğruluğu usun genel kurallarıyla olan uygunluğuna bağlıdır. Us kuralları, insanın anlığında doğuştan bulunan, değişmez ve genel geçerlik taşıyan ilkelerdir. Sonradan, duyularla kazanılan bilgi için de bu kurallara uygunluk geçerlidir. Deney verileri us ilkelerine göre, yeni bir işlemden geçirilerek biçimlenir, onların bundan öte bir önem ve anlamı yoktur. Çelişmezlik, özdeşlik ve öteki varlık ilkeleri, usta bulunur, deneyden gelmez.
İbn Sina’ya göre varlık, tasarlamakla bağlantılıdır. Bütün düşünülenler vardır ve var olanlar tasarlanabilen düşünülür biçimlerdir (makuller). Bu nedenle, düşünmekle var olmak özdeştir. Atomcu görüşün ileri sürdüğü nitelikte bir boşluk yoktur. Uzay ise, bir nesnenin kapladığı yerin iç yüzüdür. Varlık kavramı altında toplanan bütün nesnelerin değişmeyen, sınır ve niteliklerini koruyan belli bir yeri vardır. Devinme, bir nesnenin uzayda eyleme geçişidir.
Mantık insanı gerçeklere ulaştırmaz, yalnız birtakım yanılmalardan korur. Düşünme yetisi gerçeği kavramak için mantıktan geçici bir araç olarak yararlanır. Düşünme eyleminin sağlıklı olması için mantık, ilkeler ve kurallar koyabilir, anlıkta bulunan ve bilinen bilgilerden yola çıkarak, bilinmeyenleri saptama olanağı sağlar. Bu özelliği nedeniyle, mantık, düşünmenin genel kurallarını bulan, düzenleyen, bu kurallar arasındaki gerekli bağlantıyı ve birliği kuran bir bilimdir. Mantık kuralları, genel geçerlik taşıyan ve değişmeyen kesin kurallardır. Mantığın kavramlar ve yargılar olmak üzere iki alanı vardır. Her bilimsel bilgi ya kavram ya da yargılara dayanır. Kavram, ilk bilgidir ve terim ya da terim yerine geçen bir nesneyle kazanılır. Yargı ise, tasımla kazanılır.
Mantığın konusu incelenirken, tanım temel alınmalıdır. Tanımlar birbirlerine bağlandıklarında, kanıt ve çıkarıma varılır. Kavram, önce tekil bir algıdır (sezgi). Yargı ise, iki tekil terim arasındaki ilişkidir. Kavramlar, açık ve kapalı belirleme olarak ikiye ayrılır. Varlığın, töz, nicelik, nitelik, ilişki, yer, zaman, durum, iyelik, etki, edilgi gibi on kategorisi vardır.
İbn Sina mantığında en önemli yeri tanım tutar. Bir kavramı tanımlamak için, bu kavramın bireylerinden biri göz önüne alınmalıdır. Tikelin belirlenmesi tümelden kolaydır. Eksiksiz bir tanım yakın cins ile yapılmalıdır. En yetkin tanımsa, kavramın yakın cinsi ile türsel ayrımdan oluşur. Tanım ikiye ayrılır; Gerçek tanım ve sözcük tanımları.
Önermeler, yüklemli ve koşullu olabilirler. Yüklemli önerme, bir düşünce ötekine yüklendiği zaman ya onaylanır ya da yadsınır. Koşullu önermeler, bir ötekinin koşulu ya da sonucu olarak bağlanan terimlerde görülür. Önermeler varsayımlı, nitelik ve nicelikleri bakımından, tekil, belirsiz ve belirli olur. Tasım, bitişik ve ayrık olmak üzere ikiye ayrılır. Bitişik tasımların öncüleri anlam bakımından, sonuç önermesini içerir. Ayrık tasımlarda ise sonuç önermesi öncüllerde bulunabilir.
Tümeller, bütün varlık türlerinin oluşumundan önce, Tanrı düşüncesinde, birer tanrısal kavram olarak vardır. Varlıkların oluş nedeni ve onlara biçim kazandıran tümellerdir. Tümeller Tanrı’da ussal olarak bulunan, nesnelerde ve bireylerde içkin olan, öteki de nesnelerin dışında ve anlıkla birlikte olan mantıksal tümel diye üçe ayrılır. Birinci türe giren tümel, metafiziği ilgilendirir. İbn Sina fiziği, metafiziğe giriş olarak düşünür.
Fiziğin konusu madde ve biçimden oluşan nesnelerdir. Biçim, maddeden önce yaratılmıştır. Maddeye bir töz özelliği kazandıran biçimdir. Maddeden sonra ilinek gelir. Biçimler maddeye, ilinekler ise, töze katılır. Doğal nesneler kendi öz ve nitelikleriyle bilinir. Bütün nitelikler de birinci nitelikler ve ikinci nitelikler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci nitelikler nesnelere bağlıdır, ikinciler ise, nesnelerden ayrı olarak varlığını sürdürür. İbn Sina’ya göre, nesnel evrende bulunan güç ve devinimin temelini ikinci nitelikler oluşturur. Nesneler, kendilerinde bulunan gizli güçle devinime geçerler. Bu güç ise, doğal güç, öznel güç, tinsel güç olmak üzere üç türlüdür. Doğal güç, nesnede doğal biçim ve yerlerle ilgili nitelikleri taşır. Çekim ve ağırlık bu türdendir. Öznel güç, nesneyi devingen ya da durağan duruma getirir. Bunda da, bilinçli ya da bilinçsiz olma özelliği bulunur. Tinsel güç, herhangi bir organın, aracın yardımı olmaksızın doğrudan doğruya bir istençle eylemde bulunmaktadır. Buna, gökkatlarının özleri adı da verilir. İbn Sina’nın geliştirdiği bu güç kuramının kaynağı Aristoteles ve Yeni-Platonculuk’tur. Ancak, o bu güçlerin sonsuz olduğu kanısında değildir. Ona göre, zaman ve devinim kavramları da birbirine bağlıdır, çünkü, devinimin bulunmadığı, algılanmadığı bir yerde zaman da yoktur.
İbn Sina’nın felsefesinde, Aristotelesi’in geliştirdiği düşünce dizgesine uygun olarak, ruh kavramının önemli bir yer tuttuğu görülür. Ona göre, biri bitkisel, öteki insanla ilgili olmak üzere, iki türlü ruh vardır. İnsan ruhu, gövdeye gereksinme duymadan, doğrudan doğruya kendini bilir, bu nedenle, tinsel bir tözdür. Gövdeyi devindiren, ona dirilik kazandıran bu tözün başka bir özelliği de, yetkin düşünme yeteneği anlık olmasıdır. Düşünme eylemi yaratan ruhtur, o gövdeyi gerektirmez, ancak gövde var olabilmek için tini gereksinir. İnsan ruhu gövde biçiminde değildir, usa uygun biçimleri kavramaya elverişli bir töz olduğundan, gövdesel yapıda yer alamaz. Gövde, bölünebilen öğelerden oluşmuş bir bütündür, oysa tin, bir birliktir, bölünmeye elverişli değildir, sürekli olarak özünü ve birliğini korur. Tin, bütün izlenimleri gövde aracılığıyla alır, anlık yoluyla kavramları, kavramlara dayanarak usa vurmayı oluşturur. Bu yüzden, gövdeyle dolaylı bir bağlantısı vardır. Ancak, bu bağlantı tin için bir oluş koşulu değildir.
Canlı sorununa, gözleme dayalı bir ruhbilim anlayışıyla çözüm arayan İbn Sina’ya göre dirilik bir bileşimdir. Doğal organların, göksel güçler yardımıyla bileşmesinden canlılar ortaya çıkar. Bu olay da, belli aşamalara uygun olarak gerçekleşir. İlk ortaya çıkan canlı bitkidir. Bitkide tohumla üreme, beslenme ve büyüme güçleri vardır. İkinci aşamada ortaya çıkan hayvanda ise, kendi kendine devinme ve algı güçleri bulunur. Devinme gücünden isteme ve öfke doğar. Algı gücü de, iç ve dış algı olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan özü doğal evrim sürecinde en üst düzeyde gerçekleşmiş bir oluşumdur, bu nedenle, öteki varlıklardan ayrılır. İnsanda dış algı duyumlarla, iç algı da , beynin ön boşluğunda bulunan ortak duyu ile sağlanır. Duyularla alınan izlenimler bu ortak duyu ile beyne gider. Beynin, ön boşluğunda sonunda, tasarlama yetisi bulunur. Bu yeti duyu izlenimlerini sağlamaya yarar. İnsan için en önemli olan düşünen öz yapıcı ve bilici güçlerle donatılmıştır. Yapıcı güç (us) gerekli ve özel eylemler için gövdeyi uyarır. Bilici güç ise, yapıcı gücü yönlendirir. Özdekten ayrılan tümel biçimlerin izlerini alır. Bu biçimler soyutsa onları kavrar, değilse soyutlayarak kavrar. İnsanda iyiyi kötüden, yararlıyı yararsızdan ayıran yapıcı güçtür, bu nedenle bir istenç niteliğindedir.
Us konusunda İbn Sina ayrı bir düşünce ortaya atmıştır. Ona göre us beş türlüdür. Özdeksel us, bütün insanlarda ortak olup, kavramayı, bilmeyi sağlayan bir yetenektir. Bir yeti olarak işlek us, yalın, açık ve seçik olanı bilir, eyleme yöneliktir, durağan bir güç niteliğinde değildir. Eylemsel us, kazanılmış verileri kavrar ve ikinci aşamada bulunan ustan daha üstündür. Kazanılmış us, kendisine verilen ve düşünebilen nesneleri bilir. Aşama bakımından usun olgunluk basamağında bulunur. Bu aşamada usun kavrayabileceği konular kendi özünde de vardır. Kutsal us, usun en yüksek aşamasıdır. Bütün varlık türlerinin özünü, kaynağını, onları oluşturan gücü, başka bir aracıya gereksinme duymadan, bir bütünlük içinde kavrar.
İnsan, ayrıntıları duyularla algılar, tümelleri usla kavrar. Tümelleri kavrayan yetkin us, nesneleri anlama yeteneği olan etkin usa olanak sağlar. İnsan usunun algıladığı ayrıntılar, kendi varlıkları dolayısıyla değil, nedenleri yüzünden vardır. Us, bu kavranabilir nesneleri kazanabilmek için ilkin duyu verilerinden yararlanır. Sonra duyu verilerini usun genel kurallarına göre işlemden geçirir, yargıları ortaya koymada onları aşar.
Yaratılış konusunda İbn Sina, varlığın sıralı düzeninde, “bir’den bir çıkar” ilkesine dayanır. İlk “bir”, zorunlu varlık, Tanrı’dır. O’nun varlığı yalnız kendisini gerektirir. Var olma, Tanrı’nın özünden gelen gerekimdir. İlk neden ilk gerçekliktir. Tanrı’dan ilk us ortaya çıkar. Çokluk bu usla başlar. Bundan da felek ve nefsin usları türer. Her ustan da, o usun özü ve cismi oluşur. Us cismi aracısız olarak devindiremeyeceği için, uslar sırasının sonunda etkin us, akıl bulunur. Ondan da dünya ile ilgili nesnelerin maddesi, cisimlerin biçimleri ve insan özleri doğar. Etkin us, tümünün yöneticisidir. Yaratılış önsüzdür ve yeri de maddedir. Madde, soyut ve tüm varlığın öncesiz olanı, nefsin eylem alanı, sınırı ve tüm parçaların kaynağıdır. İlk us, kendisini ve zorunlu varlığı bilir. Buradan ikilik doğar. İlk us kendinde olanaklı, ilk varlık için ise zorunludur. Her tikel feleğin ilk kımıldatıcısı vardır. İlk kımıldatıcıları eyleme sokan tinsel varlıklardır. Her feleğin de iyiliğini düşünen kımıldatıcı bir nefsi vardır. Nefsin eylemi, etkin usa ulaşır.
Evrenin varlığı, zorunlu olan, Tanrı’yı gerektirir. Başka bir varlığın etkisiyle var olan evren sonsuz olamaz. Devinme, nesnenin özünde saklı güçten doğar. Her nesnenin özünde devindirici bir güç vardır. Nesne kendini kendinin etkin öznesi değildir. Bu güç, nesneye biçim de kazandırır.
İbn Sina metafiziği genelde Aristoteles metafiziği ile Yeni-Platonculuk ve Kelam’ın bireşimidir. Konusu, ilkler ilki, tüm oluşların, yaratışların, varlık bütününün kaynağı olan Tanrı’dır. Tanrı, bütünlüğü nedeniyle nesnelerde, olay ve eylemlerde görünüş alanına çıkar. Varlık vardır, yok olamaz.
Varlık üç bölüme ayrılır:
1- Olanaklı varlık, nesnelerle ilgili değişimin, oluş ve bozulmanın egemen olduğu varlıktır. Bu varlık ortamında görülen ne varsa belli bir süre içinde başlar ve biter.
2- Kendiliğinden olanaklı varlık. Olanaklı olmasına karşın, ilk nedenle ilişkilerinden dolayı zorunluluk kazanır. Tümellerin, yasaların bulunduğu evren. Gökkürelerin usları böyledir.
3- Kendiliğinden zorunlu varlık, ilk neden ya da Tanrı’dır. Değişmez ve çoğalmaz. Çokluklar ondadır. Tanrısal zorunluluk illkesi tüm yaratılanların da temel ilkesidir.
İbn Sina’nın benimsediği tanrıbilim dört ana konuyu içerir; Evren, ötedünya, ahiret, peygamberlik, Tanrı.
Evren yaratılmıştır. Yaratıcı ve varedici Tanrı’dır. O Kelamcılar’ın dediği gibi özgün yapıcı değildir, zorunludur. İlk neden önsüz ve sonsuzdur. Evrenin yaratılması, Tanrı’nın daha önceden varoluşunu gerektirir. Evrenin bütününde yer alan gök katları tanrısal evrenin varlıklarıdır, bunların özleri meleklerdir. Madde dünyasında oluş ve bozulma vardır. Onların tanrısal niteliği yoktur. Bu yaratma olayı da bir fışkırmadır.
Ölüm, tinin gövdeden ayrılmasıdır. Gövdelerden ayrılan tinlerin geldikleri kaynakta toplanmaları insanda ötedünya kavramını oluşturur. Ruh, tinsel bir tözdür, ölümsüzdür. Gövdeye egemendir. Ruh gövdeye girmeden önce etkin usta vardı. İnsana bireyselliğini kazandıran odur. Gövdenin yok olması, ruhun varlığını etkilemez. Dirilme tinseldir.
İnsanları yaratan Tanrı, onlara verdiği özgür istençle iyi ile kötüyü seçme olanağı sağladı. İstenç özgürlüğü, usla utku arasındaki çatışmadan ve ilkinin üstünlüğünden doğar. İnsan elinden çıkan bütün bağımsız eylemler tanrısal kayra ile gerçekleşir. Özgür istenç tüm insanlarda vardır. Peygamberler de bu bakımdan birer insandır. Ancak, onlarda insanların en yüceleri olan bilginlerde, bilgilerde olduğu gibi bir seziş vardır. Bu üstün seziş gücü, kavrayış yeteneği peygamberlerin etkin us ile buluşmalarını, gerçekleri kavramalarını sağlar. Bu üstün güç ve kavrayış vahy adını alır. Üstün anlayış gücü taşıyan melekler, vahyi peygamberlere ulaştırırlar.
Tanrı, özü gereği bilicidir. Kendi özünü bilmesi yaratmayı gerekli kılar. İbn Sina İslam dinine ve Kuran’a dayanarak bilmeyi yaratma olarak niteler. Yaratma eylemi Tanrı’nın kendi özüne karşı duyduğu sevgiden dolayıdır. Tanrı tümelleri bilir. Tikellerle ilgili bilgisi de, tümel nedensellikleri bilmesindendir.
Madde ve biçimin ilişkileri üzerinde bilimleri iç bölümde ele alırlar:
1- Maddeden ayrılmamış biçimlerin bilimi: Doğa bilimleri ya da aşağı bilimler.
2- Maddesinden iyice ayrı biçimlerin bilimi: Metafizik, mantık gibi yüksek bilimler.
3- Maddesinden ancak zihinde ayrılabilen, kimi yerde ayrı kimi yerde bir olan biçimlerin bilimi:
Matematik, geometri, orta bilimler. Zihin bu biçimleri doğru olarak maddesinden soyutlar.
Felsefe ise, kuramsal ve pratik diye ikiye ayrılır. Kuramsal olan, bilmek yeteneğiyle elde edilen bilgileri kapsar. Doğa felsefesi, matematik felsefesi ve metafizik gibi pratik felsefe, bilmek ve eylemde bulunmak üzere elde edilen bilgilere dayanır.
İbn Sina, gerek Doğu gerekse Batı filozoflarını etkiledi. Gazali, özellikle, ruh anlayışında ondan etkilendi. İbn Sina’nın deneyci yanı, Gazali’yi kuşkuculuk’a götürdü. Yapıtları 12.yy’da Latince’ye çevrildi, ünü yayıldı. Tanrıbilimci filozof Albertus Magnus, tin ve us ile güçleri konusunda İbn Sina’dan yararlandı.
YAPITLAR (başlıca): el-Kanun fi’t-Tıb, (ö.s), 1593, (“Hekimlik Yasası”); Kitabü’l-Necat, (ö.s), 1593, (“Kurtuluş Kitabı”); Risale fi-İlmü’l-Ahlak, (ö.s), 1880, (“Ahlak Konusunda Kitapçık”); İşarat ve’l-Tembihat, (ö.s), 1892, (“Belirtiler ve Uyarılar”); Kitabü’ş-Şifa, (ö.s), 1927, (“Sağlık Kitabı”).
Hezarfen Ahmed Çelebi
Onyedinci yüzyılda yaşadığı, 1623-1640 yılları arasında saltanat süren Sultan Dördüncü Murad zamanında, uçma tasarısını gerçekleştirdiği ve geniş bilgisinden ötürü halk arasında Hezarfen olarak anıldığı bilinmektedir.
Evinde deneylerle uğraşıp, çeşitli konularda araştırmalar yapan Hazerfan Ahmed Çelebi, İsmail Cevheri adlı bir başka Türk bilginini örnek alarak, bugünkü hava taşıtlarının ilkel şeklini gerçekleştirmişti. Kuşların uçuşunu inceleyerek tarihi uçuşundan önce hazırladığı kanatlarının dayanıklılık derecesini ölçmek için, Okmeydanı’nda deneyler yapmış ve bir sabah kıyılarda biriken İstanbul halkının gözleri önünde, Galata kulesinden kendisini boşluğa bırakarak, kanatlarını hareket ettirerek boğazı aşmış ve Üsküdar semtine inmiştir.
Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa köşkünden bu durumu seyreden Sultan Dördüncü Murad, Ahmed Çelebi ile önce çok yakından ilgilenmiş, ancak bu derece bilgili ve becerikli bir adamın varlığından kuşkuya düşerek onu Cezayir’e sürgün etmiştir. Ahmed Çelebi orada vefat etmiştir
Ali Kuşçu
Türk-İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, XV. yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu. Babası Muhammed, ünlü Türk Sultanı ve astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu olduğu için, ailesi ‘Kuşçu’ lakabıyla meşhur oldu. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duyan Ali Kuşçu, devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızâde Rumî, Gıyâseddin Cemşîd ve Muînuddîn Kâşî’den matematik ve astronomi dersi aldı.
Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti. Burada Hall-ü Eşkâl-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrîd adlı eserini yazdı.Ali Kuşçu, Semerkant ve Kirman’da eğitimini tamamladıktan sonra Uluğ Bey’e yardımcı ve rasathanesine müdür olmuştu. 1449’da hacca gitmek istedi. Tebriz’de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Fatih’le barış görüşmelerinde yardımını istedi. Ali Kuşçu, Uzun Hasan’ın sözcülüğünü yaptıktan sonra Fatih’in davetiyle İstanbul’a geldi. XV. yüzyılın ilk yarısında, Semerkant, dünyanın en önemli bilim merkeziydi.
Uluğ Bey Rasathanesi, gök bilgisi araştırmaları için en doğru sonuçları alıyordu. Rasathanenin genç müdürü Ali Kuşçu, gece gündüz demeden çalışıyor, bilimsel gerçeklere yenilerini katmak için uğraşıp didiniyordu.
Gökyüzü bilgisi (astronomi), hem değişmez kuralların, kanunların tespit edilmesine yarıyor, hem de gözlemlerle kontrol edilebiliyordu. Otuz yıla yakın bu işte çalışan Ali Kuşçu, bir gün ansızın her şeyi yüzüstü bırakarak hacca gitmeye karar vermişti. Buna da sebep, en olmayacak bir zamanda, sevgili hükümdarı Uluğ Bey’in 1449 yılında öldürülmesiydi. Gürgân tahtının bu bilgin ve kudretli hûkümdarı, kendi öz oğlu Abdüllâtif’in ihânetine uğramıştı.
Uluğ Bey, Ali Kuşçu için bambaşka bir mânâ taşıyordu. Her şeyden önce hocasıydı. Ondan matematik ve astronomi dersleri almış, eserlerini uzun uzun incelemiş, sohbetlerinde bulunmuş, hâttâ Doğancıbaşısı olduğu için, adının ucundaki “Kuşçu” lâkabı bile böylece yadigâr kalmıştı.Uluğ Bey, kendi kurduğu rasathaneye de müdür olarak Ali Kuşçu’yu lâyık görmüş, henüz tecrübesiz bir çağdayken bu dev rasathanenin başındaki çalışmalarda, ona bizzat yardımcı olmuştu. İşte Uluğ Bey’in bir ihanete kurban giderek öldürülmesi Ali Kuşçu’yu can evinden vuran bir olaydı.
Ali Kuşçu bu olayla çok kırıldı. Çoluk çocuğunu toparlayıp Tebriz’e geldi. Uzun Hasan kendisine o kadar saygı gösterdi ki, Konstantiniye Fâtih’i, bir devri kapayıp yenisini açan genç cihangirle ihtilâfında aracılık etmesini istedi. Genç Fâtih’in de bilgin olduğunu, bilginlere büyük saygı gösterdiğini biliyordu. İstanbul’da olup bitenler, kuş kanadıyla Tebriz’e ulaşıyordu. Şiîlerin casusları ve habercileri yalnız padişahın savaş niyetlerine ve hazırlıklarına dair haberler ulaştırmakla kalmıyorlardı.
Bunun üzerine Ali Kuşçu, kendisine bunca itibar eden Uzun Hasan’ın dileğini kırmayarak yol hazırlıklarını tamamladı. Semerkant’ta Kızıl Elma olarak bilinen eski Bizantium’a ulaştı. Haberciler; onun geleceğini daha önceden saraya uçurmuşlardı. Huzura kabul edildiği zaman Osmanlı hükümdarından beklemediği kadar iltifat gördü. Çünkü, kendisinden önce, eserleri İstanbul’ca biliniyordu. Uluğ Bey Rasathanesi’ndeki çalışmalarından, Semerkant’a aylarca uzak bulunan İstanbul’daki hükümdarın haberi vardı.
Osmanlı tahtında oturan II. Mehmet (Fatih), gayet dikkatli, bilgili, uyanık bir padişahtı. Âdet olan merasimle Uzun Hasan’ın elçisini kabul etmiş, dileklerini dinlemiş, ama hemen geri dönmesine izin vermemişti. Ondan, gelip artık batıya kaymış olan ilim merkezlerini aydınlatmasını, bilgisiyle İstanbul medreselerinde ilim heveslisi gençleri yetiştirmesini rica etti.
Bu teklif, Ali Kuşçu için beklenmedik bir iltifattı. Cefâlı olduğu kadar şefkatli olduğunu da bildiği Fatih’in isteği, onun için emir demekti. Ama, ahlâkı dürüst bir ilim adamı olduğunu şu sözlerle ispat etti: “Hünkârım izin verirlerse önce Tebriz’e döneyim. Çünkü burada bulunuşumun gerçek sebebi, Akkoyunlu Hükümdarı’nın elçisi olmaktır. Elçiye zeval yoktur. Gerektir ki, hünkârımın lütûfkâr davetini kabul etmeden önce vazifemi iyi bir sonuca ulaştırdığımı, beni gönderen, bana güvenmiş olan insana bildireyim…”
Ali Kuşçu’nun bu mazereti, Fatih’e son derece akla yakın göründü. Padişah; iki şeye birden sevinmişti: Kuşçu, davetini kabul etmişti, gelip buradaki ilim öğrencilerini yetiştirecekti. İkincisi ise, son derece mert ve ahlâklı bir insandı. Her haliyle, medreselerde yetiştireceği gençlere örnek olacaktı. Bu sebeple, bir müddet daha misafir ettikten sonra kendisine izin verdi.
Değerli matematik ve astronomi bilgini Ali Kuşçu, sözünü tuttu. İki yıl sonra, ailesini de alarak Tebriz’den hareket etti. Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarından karşılanarak ihtişam içinde İstanbul’a getirildi. Ölümüne kadar da gençleri yetiştirmekle uğraştı. Kuşçu’nun ders vermeye başlamasıyla, İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik alanında büyük gelişme oldu.
Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelişi önemlidir; çünkü o zamana kadar İstanbul’da astronomi ile uğraşan güçlü bir bilgin yoktu. Ali Kuşçu, Osmanlılar arasında astronomi bilimini yaydı.
Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti.
El-Farabi (870-950)
FARABi (870-950) Türk-islam düşünürü… İslam disiplini içinde yetişmiş Türk düşünürlerinin en büyüğüdür.
Aristoteles mantığına dayanan usçu bir metafizik oluşturmuştur. Amacı, Aristoteles’i, biraz da Plotinos’un yardımıyla, İslam diniyle uzlaştırmaktı… Bununla da yetinmemiş, İslam dinini de bilimle uzlaştırmaya çalışmıştır.
Önceleri Türkistan’da kadılık yaptı, sonra kendini büsbütün felsefeye verdi. Anadili olan Türkçe kadar Arapça, Farsça, Süryanice ve Yunanca biliyordu. Aynı zamanda hekim ve müzikçiydi. Yüzden çok kitap yazmış; Aristoteles, Platon, Zenon, Plotinos gibi Yunan düşünürlerini yorumlamış, bunların görüşlerine kendi görüşlerini katmıştır.
İbni Sina ve İbni Rüşd, onun manevi öğrencileridir, ama Farabi’nin ünü onlar kadar yayılamamıştır. (Orhan Hançerlioğlu)
Farabi’nin felsefesi özetle şudur: İslam felsefesine zihinciliği getirmekle kalmamış, bu felsefenin ilk kez kapılarını açan da kendisi olmuştur. O, metafiziğe mantık yoluyle ulaşmış, İslam diniyle felsefe arasında sıkı bir ilişki kurmuştur. (Cemil Sena)
***
FARABi: “Hiç bir şey kendi kendisinin nedeni olamaz. Çünkü, nedenin kendisi, oluşandan öncedir.”
***
“Hiç bir şey kendiliğinden yok olmaz, böyle olsaydı, var olmazdı.”
***
“Erdemlerin en büyüğü bilimdir.”
***
“İnsan, bazen bir tesadüfle güzel işler yapar. Bazen de bu güzel işleri isteyerek değil, herhangi bir baskı altında yapmış olur. Böyle yapılan işler, mutluluk getirmez.”
***
El-Farabi’nin Hayatı, Felsefi ve Sosyo-Politik Görüşleri:
Ebu Nasır Muhammed bin Muhammed bin Tarhan bin Uzlug El-Farabi (879-950) (batıda Alpharabus), Sır-ı Derya’da Faraba şehrinde doğdu. Aristo’nun derin bilgiç çalışmacısı, matematikçi ve doktor olarak ün kazandı. Aristo’nun ve yeni platoncuların çalışmalarının Suriye’li çevirmen ve yorumcularıyla daha yakından tanışmak için Bağdat, Şam, Harran ve Halep’i ziyaret etti.
Yakın ve ortadoğunun ilerici düşünürleri, Aristo’ya büyük bir saygı ile davrandılar. İslâm skolastiği, büyük Yunan filozoflarının metinlerini yanlış anladı. Öyle ki yeni platoncuların ruhunda, yalnızca mantık yorumlandı. Bartold şöyle yazar : “Platon ve Aristo’nun öğretisi (yeni platonculukta sonraki gelişmesiyle) açık fark tamamen oluşmadı; Aristo tarafından gerçekte Platon’un öğretisini tekrar eden teoloji yazıldı.”
El-Farabi, gerçek Aristo’yu tanıdı ve felsefenin gelişme yolunu aristotelesçilik tarafına çevirmeyi amaç edindi. Onun çeşitli yorumcular tarafından ileri sürülen mistik katmanlardan Yunan düşünürlerin öğretisini serbest bırakmayı başardığını söylemek gerekir. Ona henüz hayattayken ortadoğuda “İkinci Aristo” adını vermeleri bir tesadüf değildir.
El-Farabi’nin mirası son derece büyük ve çeşitliydi. O zamanlar tanınmış bütün bilimadamlarının yanısıra ahlâk, politika, psikoloji, doğa ve müziği öğrendi. Ama ilk sırada felsefe ve özellikle mantık vardı. Onun mantık alanındaki çalışmaları, kendisine yakındoğunun bütün ülkelerinde geniş bir ün kazandırdı.
El-Farabi, henüz bazılarını tanıdığımız doğa bilimleri ve felsefe tarihi alanında yaklaşık 100 eser yazdı. Felsefi çalışmalarının önemli bir kısmı, Aristo felsefesinin öğrenimiyle bağlantılıdır. Yeni platoncu Porfiri’nin “İsagog”unun yorumu da ona aittir. Bütün bu çalışmalar, El-Farabi’nin dikkatini Platon ve yeni platoncuların idealizmine değil, Aristo’nun ansiklopedik mirasına ayırmasıyla oluşur.
Ama El-Farabi’nin hareketleri, yalnızca yorumla sınırlanmadı; çok sayıda orijinal çalışmalar da yaptı. En ünlüsü, onun öğretisinin bütün özünü kısa bir biçimde anlatan “Aklın İnci Tanesi” adlı küçük tezidir. Platon’un devlet hakkındaki çalışmalarını etkisiz kılmayan “Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” adlı tezi de büyük ilgi uyandırır. Bunda yazar, devletin oluşumu ve sosyal eşitsizliğin nedenleri gibi önemli sorulara cevap vermeye çalışır.
“Cevher”, “Zaman”, “Boşluk”, “Platon ve Aristo Felsefesinin Tekliği” tezleri de ona aittir. “Galenos’a Karşı” ve “İon İelopeneski’ye Karşı” adlı eserlerinde Galenos ve İon’u eleştirerek ve Aristo’yu savundu.
El-Farabi, “Gökyüzünün Hareketi” adlı çalışmasını ve psikoloji alanında “Ruh Hakkında”, “Ruhun Gücü Hakkında”, “Çokluk ve Teklik Hakkında”, “Akıl ve Bilinç” tezlerini de yazdı. Bu eserlerin bir kısmı Latince’ye çevrildi ve XVII. yy.a kadar geldi. El-Farabi, yakındoğuda ünlü olan müzik eserleri de verdi.
El-Farabi’nin felsefi görüşlerinin analizi için, onun biliminin bölümlerini incelemek gerekir. El-Farabi şöyle yazar : “Bütün bilimlerin başı olarak eşyalara isim veren, yani cevher kazandıran dilbiliminin olduğunu iddia ediyorum. İkinci bilim gramerdir : O, belirtilen eşyalara nasıl isim verileceğini, konuşma ve sözün nasıl oluşacağını, cevher durumunun ve bu sonuçtan çıkan aksanın nasıl ifade edileceğini öğretir. Üçüncü bilim mantıktır : O, mantık figürlerine göre bilinmeyeni bilmemiz ve neyin gerçek, neyin yalan olduğunu anlamamız sayesinde onlardan yargı çıkarmak için hikâye cümlelerinin nasıl kullanılacağını öğretir. Dördüncü bilim şiirdir.” Sonra El-Farabi öğretim bilimlerini sayar :
a) Sayı bilimleri (teorik ve pratik),
Geometri,
Seyir bilimi,
Astroloji,
Ağırlık bilimi
Beşinci bilim, fiziksel cisimler ve olayların (fiziksel cisimler gök, toprak ve onların arasında bitkiler ve hayvanlardır) bilimi olan fiziktir. Onda doğal ahengini sürdüren 7 kısım vardır : Gök, toprak, ölüm, mineraller, bitkiler, hayvanlar ve ruh. Altıncı bilim, üç kısımdan oluşan metafiziktir :
Gerçek eşyalarla oluşan gerçek dünyanın incelenmesi,
Özel teorik bilimlerde kanıt prensiplerinin incelenmesi,
Cisimden oluşmayan ve cisimde son bulmayan gerçek nesnelerin incelenmesi.
Yedinci bilim, çeşitli hareket tiplerini ve insan isteklerinin hareketlerini, hareketi oluşturan ve gelenekleri kullanan belirli amaçları inceleyen devlet bilimidir. Bu bilim iki kısımdan oluşur :
a) Mutluluğun belirlenmesi,
b) Karakter özelliklerinin, hayat ve hareket yapısının belirlenmesi.
Sekizinci bilim Müslümanlık hakkı ve dokuzuncu bilim de ilahiyattır.”
El-Farabi’nin ileri sürdüğü bilimlerin sınıflandırılması, Aristo’nun incelediği tarzın aynısıdır. Aristo’nun bilim sınıflandırmasını güçlü bir şekilde destekleyen El-Farabi, tarihi duruma göre Müslümanlık ve ilahiyat bilimlerini içine alır. Bu, en şiddetli fikir savaşı halini alanların çevresinde felsefi problemler içinde, Yunan okullarında doğa bilimleri örneğinde temelde çözümlenen, yakın ve ortadoğu ülkelerinde de İslâm dinine göre çözümlenen tek ve genel problem olmasıyla açıklanır.
Filozoflar, o zamanlar Allah’ın doğayı, nitelikleri ve onun hayat ilişkisi hakkında sert bir şekilde tartışıyorlardı. El-Farabi, bu konuda hangi durumu tutuyordu?
El-Farabi, her varlığı iki tipe ayırmıştır. Şöyle yazar : “Varlıklar, iki tipten oluşur. Birinci tipe, varlıkları gereksiz olmayan özden çıkan maddeler aittir. Bu tip maddeler «olası gerçek» adını alırlar. Diğer tipe, daima ve gerekli varlıkları ortaya çıkan özden oluşan maddeler aittir. Bu tip maddeler «gerekli gerçek» adını alır.” Olası gerçek nedir?
El-Farabi, var olmak için neden olması gerektiğini; eğer bir şey var olacaksa, kesinlikle diğerinin yardımıyla olacağını söyler. Işık, gerçekte sadece güneş olduğunda var olur. O, güneş varsa var olabilir, ama kendi doğasında gerekli varlık olmaz. Eğer güneş varsa, o zaman ışık kesinlikle var olur. Bu olası varlık, birinci nedenin varlığını gösterir, zira olası maddeler sürekli zorunluluğa, yani birinci varlığa gelir. Demek ki olası maddelerin amacı, sanki uzak değilmiş de, ona varlık verene gerekliymiş gibidir. Çünkü maddeler, kendi kendine varlık veremez; onlar için sürekli onlara varlık veren kesin bir varlık olmalıdır.
El-Farabi mutlak varlıktan ne anlıyordu? Filozof şöyle cevap verir : “Doğasıyla belirtilen varlık, eğer var olmayan olarak farzedilirse, bu soyuttur. Onun varlığı, onun dışında olamaz. O, maddelerin varlığı için birinci neden olur.”
El-Farabi, mutlak varlıktan soyut varlık, yani nedensiz varlık, her tür eksiklikten özgür, en değerli ve en eski varlık, her tür madde ve biçimden bağımsız olarak tanımladığı Allah’ı anlıyordu. “O, sentezle olmaz. Allah tektir ve O’nun ortağı yoktur. Eğer tek olmasaydı, o zaman diğerleri hayatın mükemmelliğinde ona benzerlerdi; ama bu mümkün değil; O, bir yönden farklıdır. Bu bakımdan onlardan her biri diğerinden farklıdır, onların varlığının parçasını oluşturur, öyle ki onlarda genel olan diğerinde özeldir. O zaman parça (sentez) birliği olurdu, bu da imkânsızdır. Allah sadece olur, onu belirlemek (sınırlamak) mümkün değildir, zira belirleme sentezdir.” Allah, El-Farabi’ye göre yarattığı dünyadan uzaktır. El-Farabi, Aristo’nun, Allah’ın kendi varlığı dışında kalan ayrıntılarını bilmediği düşüncesini benimsedi.
Bu şekilde felsefenin genel sorununu ideolojik ve teolojik ruh içinde çözen El-Farabi, sonradan çözümünü ilk baştaki kararında değişiklik yapan ve idealist karardan ayrılan, teolojik katmanlar kütlesi arasında materyalist fikirlerini gerçekleştiren kayıtlar ve yorumlarla donattı.
El-Farabi, bütün hayat sistemini Yunanistan’ın eski filozoflarının benimsediği teoriye uygun olarak kurar. Hayat, birbirini tamamlayan, yıldızların gösterdiğinden daha uzak karesel biçimli gökyüzünün bileşimidir. Geri kalan gök yüzlerinden her biri, gezegenlerden birini içine alır. Dünyanın sekiz gökyüzünün hepsi merkezindedir. El-Farabi, bu sisteme hareketsiz yıldızların gökyüzünde yayılan gökyüzünü ekledi ve ona ilk gökyüzü dedi. Aristo, göğün hareket nedeninin Tanrı olduğunu söylüyordu. “Her gökyüzü akla, her hareketsiz gezegen de akıllı ruha sahiptir.”
El-Farabi, gök yüzlerinin hepsini, onların hareket etmesini düzenleyen bir ruhu olduğunu sanıyordu. Bu ruhlar, gücünü göğün aklından alır, zira bütün akıllar, güçlerini hareketin ilk uyarıcısından alırlar. El-Farabi şöyle der : “Daha gökyüzünün ve yıldızların hareketinde herhangi bir rol oynamayan onuncu hareket bilinci vardır. Hareket bilinci, ayın yörüngesinde bulunan, yani varlık ve yokluk dünyasının yörüngesinde olan dünya anlamına gelir. Bu bilinç bir taraftan dünya ruhlarının varlık nedeni, diğer taraftan dört temel elementin (yani suyun, havanın, ateşin ve toprağın) gökyüzü yardımıyla varlık nedeni olur. Gökyüzünün hareketinden ve onlardan birinin diğeriyle ilişkisinden çeşitli oranlarda ve karakter bakımından çeşitli hareketlerle karışan dört element ve sonuçta beden oluşur. Dört elementten oluşan beden, onun tarafından hareket yeteneği veren sıcak ve soğuk gücüne, bir de onun tarafından hareketi kavrama yeteneği veren nemlilik ve kuruluk gücüne sahiptir.”
El-Farabi’ye göre bütün beden, ilk madde ve biçimden oluşur. Biçimin temeli, biçimi taşıması için yaratılan maddedir. Madde, değişim ve gelişimi içinde ilk nedenden bağımsız ve sonsuzdur. Burada El-Farabi, Aristo’nun ebedi dünya teorisini izlemiştir. Ama İslâm dogmasının sınırlarını aşmamak için, Aristo’nun dünyanın ebediliği teorisini, dünyanın yaratılması dini öğretisiyle uzlaştırmayı denemiştir.
El-Farabi’ye göre dünya, gerekli bir sıra halinde basamaklar yoluyla biçim ve maddenin oluştuğu ilahi bir yerdir. El-Farabi, Tanrı’yı doğanın kendi kendine, onun süreçlerinin ise karakter bakımından doğal olduğunun altını çizerek ilk nedenden dünya yapısı olarak farzeder. Maddenin, biçiminin değişmesine rağmen sürekli bir temeli olduğunu söyler.
Bu şekilde El-Farabi’nin felsefesinin başlangıç prensipleri, doğa olaylarının açıklanmasında acıyı ve Tanrı’nın mutlak kudretini dogmatik olarak örnek göstermekten ileri gitmeyen İslâm skolastiğine karşı yönelmiştir.
Dünya, El-Farabi’ye göre maddi cisimlerden oluşur : Ateş, su, toprak ve onlarla aynı türden buhar, alev, taşlar ve onlarla aynı tür cisimler, bitkiler, hayvanlar. Akıldan yoksun ve akıllı canlılara doğal cisimler adını verir.
El-Farabi’ye göre ilk elementlerin çeşitli karışımları, evreni biçimlendirir. El-Farabi şöyle der : “Bu şekilde gök cisimlerinin hareketi, bu oluşumların birbirine etkisiyle birleşir ve bu birleşimden büyük diğer karışımların ve birleşimlerin çokluğu ortaya çıkar. Bu karışımların her tipinde çok sayıda bireysel cisim oluşur. Gök alanı altında bulunan doğal cisimlerin varlığının nedenleri bunlardır.”
El-Farabi, bütün doğa olaylarını, doğa kanunlarından yola çıkarak açıklamaya çalışır. Şöyle yazar : “Bütün gök cisimleri, özellikle harekete geçmeleri sayesinde genel bir doğaya sahiptirler.”
Bilimadamı, bütün doğa olaylarının nedenlerini gök cisimlerinin yer değiştirmelerinde arayan astrologları eleştirir. Sanki bazı yıldızların mutluluk, diğerlerinin de mutsuzluk getirdiği düşüncesini yanlış sayar. Gökyüzünün doğası her yerde ayrıdır. Onun fikrine göre sadece astronomi ve matematik gerçek bilgiler verir. El-Farabi, Aristo’nun “Ahlâk” eserinin yorumunda en yüksek yararın, sadece bizim dünyamızda olduğunu yazar.
El-Farabi’nin akıl öğretisi büyük ilgi çeker. “Akla Dair” adlı tezinde, ilahiyatın rasyonalist ruhunun oluşumu olarak insan aklını inceler. “Ruh sadece o zamana kadar ihtimal durumunda olan harekete yönelir, sonuncu ise gerçeğin varlığında oluşur. İhtimalin gerçeğe bağımlılığı, insan aklının özünü karakterize eder.” Bu durum, El-Farabi’yi faal insan aklını insanın sağlıklı düşünceye sahip olması ve aklını iyiyi kötüden ayırmak için kullanmasına göre kavramaya götürür.
El-Farabi şöyle yazar : “Eğer insan, teorik düşünce yeteneğinin sonucuyla mutluluğu kavrasaydı, önüne belli bir amaç koyar, hırsı doğuran gücünün etkisi altında ve düşünce yeteneğinin sonucuyla, tasavvur ve duygu gücünün sonucuyla yeterlilik için gerekeni yapar, sonra da hırsı doğuran, gücünü yöneten organlarının sonucuyla bu hareketleri gerçekleştirdi. O zaman insanın bütün hareketleri erdemli, ve harikulâde olacaktır.”
El-Farabi, kavrama teorisi sorunlarıyla da uğraşıyordu. Bilimin, dünyayı kavrama aracı görevi yaptığını söyler. Bilimleri, teorik ve pratik olarak ayırır. Teorik olanlar mantık, doğa bilimleri, metafizik; pratik olanlar da ahlâk ve politikadır. Bilim üç temel elementi içerir : Tam konu, inanılır gerçekler ve kanıt. Bunlar, üç kaynağa sahiptir : Duyu, akıl organları ve akıl olgunluğu. Duyu ve akıl organları yardımıyla dolaysız bir kavramaya erişilir. Akıl olgunluğu ise, cisimlerin temelini korumaya imkân verir. Onun fikrine göre gerçek bilim, akıl olgunluğunda kurulur.
El-Farabi, mantıkta gerçeği yalandan ayırmak için gereken silahı gördü. Mantık öğrenimini bu nedenle son derece değerli sayıyordu. “Mantık, aklın temelidir; çünkü inanç yolunda gider ve hatalardan sakınır. Mantık, sentaksın dile ait olduğu gibi akla aittir.”
Mantık, El-Farabi’ye göre gerçekle ilişkisine bağlı olarak iki kısma ayrılır. Birinci kısım kavrama ve belirleme teorisini içerir, ikinci ise hüküm, sonuç ve kanıt teorisidir.
Gerçek hükümler için temel olmak üzere bilimadamı, belirli bir durumdan sonuç ve kanıt süreci yoluyla geçmenin gerekli olduğunu söyler. Mantığın amacı, kanıtları öğrenmektir; çünkü kanıt, gerekli bilgiye ulaştırır. El-Farabi, “kanıt teorisinde gerçek için bilime doğru yolu gösteren mantığın metodolojisi” der.
El-Farabi, mantığın en yüksek prensibi olarak karşıtlık kanununu gösteriyordu. Bu kanuna göre her durumun adalet ve gerekliliğinin ve aynı zamanda karşıt adaletsizlik ve imkânsızlığının bir algılama parçasında açık olduğunu söyler. El-Farabi’ye göre “tek ve aynı madde var olmaz ve tek aynı zamanda var olmaz”. Sonraki bütün bilimlerin öğrenimi ve doğru düşünmesine yardım eden bilim olarak mantığa ve bu arada felsefeye bakış, o dönem için cesur ve ilerici sayılırdı.
El-Farabi’nin kavrayış teorisiyle ruh öğretisi psikolojisi, sarsılmaz olarak birbirine bağlıdır. Düşünürün açık materyalist durumları, idealist ve teolojik görüşleriyle birleşir.
Ruh hakkındaki fikirlerinde El-Farabi, idealist ve materyalist bakış açısına, bilimsel ve dini olarak sorunların çözümüne tercih yaparak doğrudan karşıt fikirleri birleştirir. Gökyüzü ve dünya, El-Farabi’ye göre çeşitli ruhlara sahiptir. Yıldızlardan her biri, kendi ruhuna sahiptir. Ayrıca ruh; hayvanlara, bitkilere ve insana özgüdür.
İnsan ruhunu belirleyen El-Farabi şöyle yazar : “İnsan, bütün hayvanlardan farklı özellikleriyle ayrılır; çünkü onda gücü ortaya çıkaran, madde organları yoluyla hareket eden bir ruh ve bunun dışında madde organları olmadan hareket eden bir güç vardır; bu güç akıldır. Yukarıda belirtilen güçlere, onlardan her biri için görev gücü olan beslenme, büyüme ve çoğalma gücü dahildir. Kavrama güçlerine dış güçler ve iç duygu, özellikle hayâl gücü, tahmin gücü, hafıza gücü, düşünce gücü ve vücudu harekete geçiren hareket güçleri, ihtiras ve nefret dahildir. Saydığımız bu güçlerden her biri belli bir organ yardımıyla hareket eder, aksi takdirde iş olmaz. Bu güçlerden biri bile maddeden ayrı gerçekleşmez”.
Burada El-Farabi, ruhun kavrama ve gelişimini maddenin hareketiyle şartlandıran materyalist bir pozisyondadır. İlk olarak ruhu ve önceki bedeni ortaya koyduğunda, Platon’un da bu konuda yazdığını sanarak Platon’un ruh öğretisine karşı çıkar. El-Farabi şöyle yazar : “Ruh, Platon’un iddia ettiği gibi bedenden önce oluşmaz.” Platon’un öğretisine karşı eski düşünürlerden Stoy, Zenon, Hrizip’in bilindiği gibi ruhun bedeni sevmediğini ve öbür dünyada bir yerde doğana kadar haberi olmadığını, aynı zamanda bedenle doğduğunu saydıklarını ileri sürer. Bu nedenle El-Farabi, ruhun iki duruma sahip olamayacağını ve bir bedenden diğerine geçemeyeceğini düşünür. El-Farabi şöyle yazar : “Ruh, ruhun geçiş öğretisi taraftarlarının desteklediği gibi bir bedenden diğerine geçemez.”
El-Farabi’nin ruh öğretisinin belirli durumu, ölümden sonra ruhun kaderi sorunudur. Bu sorun, ortaçağ döneminde en keskin sorundu; onun çevresinde sert tartışmalar yürütülmüştür. Bu soruna felsefi yaklaşım ve İslâm’ın dogmatik hedefleri arasında manevra yapan El-Farabi, idealizm ve materyalizm arasında tereddüt etti. Ancak sonuçta bu konuda materyalist pozisyonda kaldı.
Bu konuda büyük Arap ortaçağ düşünürleri İbn-i Tufeyl ve İbn-i Rüşd’ün söyledikleri en değerlileri olmaktadır.
İbn-i Tufeyl “Hayy ibn-i Yekzan”ın önsözünde şöyle der : “Ebu Nasır’ın bize ulaşan yazıların büyük kısmı mantık hakkında; felsefeye değinen eserlerinde şüpheli yerleri çok. «Mükemmel Topluluk» eserinde kötülerin ruhunun daima ölümünden sonra sonsuz karanlıklarda olacağını iddia ediyor; sonra açıkça politikada onların kurulduğu ve var olmayan duruma geçtiğini, sadece iyi ve mükemmel ruhların ebedi olduğunu gösteriyor. Ahlâk yorumunda insan mutluluğunun bazı tasvirlerini verir, sadece bu hayatta ve bu yerleşimde gösterir; sonra bundan dolayı daha birkaç söz ve düşünceler ekler : «Bundan bahseden bütün diğerleri, eskilerin uydurmalarıdır». Daha sonra iğrenç fikirleri ve sözde kavrama gücüyle olan ve ona felsefeyi üstün tutan, maddeye erişen, bize gereksiz şeyler verenleri destekleyen egemenliği gösterir.”
İbn-i Rüşd “Materyalist Bilinç ve Gerçek Bilinçle Bağlantısı” adlı tezinde, El-Farabi’nin ruhun ölümsüzlüğü reddettiğini ve insanın azami mutluluğa teorik bilimi bilme ve anlama yardımıyla erişebileceğini yazar. Ancak insanın maddeden ayrı öz olmasını savunan her şey, masal tipinden daha fazla bir şey değildir.
Bu şekilde El-Farabi’ye göre ruh, vücudun önünde meydana gelmez, onunla aynı zamanda ortaya çıkar ve yok olur.
El-Farabi’nin öğretisinin önemli bir kısmı da, onun, ruhun maddenin gelişim düzeyine karşılıklı bağımlılığı düşüncesidir. Ona göre hayatın ilk aşamalarında madde, ruhun bitkisel ve hayvansal daha az mükemmel biçimlerinin taşıyıcısıdır. Sadece maddenin gelişiminin sonraki aşamalarında akıllı ruhun taşıyıcısı olur. El-Farabi’ye göre akıllı ruh, sadece insana özgüdür. İnsan, hayvanlardan ayrı olarak ayırıcı niteliklere sahiptir; onda ruh vardır, ondan da vücut organları yardımıyla hareketi oluşturan güç çıkar. Ama El-Farabi, insanda vücut organları yardımıyla hareket edenden daha fazla hiçbir şey olmadığını, bu gücün de akıl olduğunu söyler.
Aristo’dan sora El-Farabi, akıl gücünün iki kısmı olduğunu söyler : “İnsanın bilgiye hakim olabilmesi yoluyla teorik ve insanın meslek ve zanaatlara hakim olması yoluyla pratik akıl gücü.” Bu şekilde akıllı ruhun temel fonksiyonu, El-Farabi’ye göre dünya anlayışı olur. Ancak insanın aklı, organların duyguları göstermesinin temelinde maddeyi kavrar ve kendi içeriğini tamamlar.
El-Farabi, insanın bütün hareketlerinin akıl ve yapıcı aktif faaliyetle yönetildiğini söyler. Bu nedenle ne cenneti ne de cehennemi kabul eder. İnsanı hareketiyle bağlayan bilimadamı, inancın temel durumlarını şüphe altına koydu ve doğa bilimlerine, felsefeye hakettiği yeri verdi. El-Farabi, inancı bilgiden ayırmadan insan sürecinin mümkün olmadığını sezdi. Yalnız bu, onun bilimsel bilgileri ve insanın biçimlenmesinde felsefeyi önceden sezerek çağdaşlarından daha yüksekte olduğunu gösterir.
Diğer eski filozoflar gibi El-Farabi de, felsefeyi beşeri bilimlerin bütün taraflarını kuşatan tek bir bilim sanıyordu. Bu nedenle ahlâk ve politika kitaplarında mantık, psikoloji, metafizik ve fizik bölümlerine rastlanır. Ama bundan açıkça görülüyor ki politik öğreti hakim durumdadır. El-Farabi’nin temel eserleri “Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” adlı tezi, “Politikaya Dair”, “Devlet politikası”, “Mutluluğa Erişme” ve “Mutluluğa İnananlara Yol Gösteren” adlı tezidir.
El-Farabi, ahlâk alanında birçok eser yazdı; fakat bunların çoğu kayboldu. Onun dediğine göre, mantığın insan anlayış prensiplerini açıklamasına uygun olarak ahlâk, insan hareketinin temel kurallarına sahip olmalıdır. Teologlardan ayrı olarak El-Farabi, sadece insan aklının neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verdiğini iddia eder. Bilimadamı, insan aklının önemli yeteneklerinden biri olarak önseziden söz eder. Ama doğru bir şekilde önceden sezmek için, öncelikle bilimsel bilgilere sahip olmak gerektiğine, çünkü kehanetin doğuştan bir hediye ve mistik içgüdü olmadığına dikkat çeker.
El-Farabi, ahlâkın başlıca amacı olarak Platon’un cumhuriyetinde anladığı mutluluğa erişme yolunu öğrenmek sayıyordu. “Mutluluğa İnananlara Yol Gösteren” adlı tezi de, mutluluğun insan isteklerinin son amacı olduğunu yazar. İnsanın heveslendiği her şey iyi ve azami derecede mükemmeldir. Mutluluk, yüksek bir yarara sahiptir; insan ne kadar bu yarara erişmek isterse (özündeki güçte), bu mutluluk da o kadar tam olacaktır.
El-Farabi, insan hareketlerinde ne övgü ne de sitem görevi yapan bir sistemin bulunduğunu söyler. Mutluluk denen şeye, iyi ve övülecek hareketler yaparak erişilebilir. İnsan iyi harekette özgürdür. Bu, yeteneğe dönüşebilen potansiyel bir ayırıcı niteliktir.
El-Farabi, övülecek huyların ve ayıplamaya değer huyların kazanıldığını pratikte öğretir. İnsanda övülecek huylar olmayabilir, ama onları alışkanlık yardımıyla taşıma durumundadır. İyi hareket orta derecede bir harekettir, zira ruha ve vücuda ölçüsüzce zarar verir. Ama orta derecede hareket bilgisine nasıl ulaşılır?
El-Farabi “hareketin zamanını, hareketin yerini hesaba katmak, hareketi gerçekleştiren kişiliği, onun amaçlarını, niyetini dikkate almak, bütün bu şartlarla birleşimde araç ve hareketi kullanmak” gerektiğini söyler. Övülecek hareketleri gerçekleştirmeye uygun en önemli spesifik nitelikler, sert bir kararlılık ve doğru belirlemedir. Doğru belirleme, insanın algılayabileceği bilgiyi verir. Algılayabilirlik iki kategoriye ayrılır :
Kendi doğasında algılanabilir, ama gerçekleşmez; örneğin dünyanın sadece Allah tarafından yaratıldığı,
Algılanabilir ve gerçekleşebilir; örneğin aileye itaatın iyi olduğunun bilinmesi.
Bu iki bilgi tipi (teorik ve pratik), insanın mutluluğa erişmesi yoluyla felsefeyi oluşturur.
“Mutluluğa Erişme” kitabında El-Farabi, insan davranışlarının dört kategorisinden söz eder : Teorik yeterlilik, entellektüel yeterlilik, ahlâki yeterlilik ve pratik uğraşı.
El-Farabi, en baştan beri insana gelen, onun nasıl ve nereden aldığını hissetmediği ve bilmediği şeyler arasındaki bilgiye teorik yeterlilik der. Bunlar ilk bilgiler, yani algının ilk temelidir. Ama onların içinde düşünme, araştırma ve öğrenme yoluyla oluşan bilgiler de vardır. Bu son bilgilerin temeli mantık olur.
Bütün varlıkların çok çeşitliliğinin temelinde, El-Farabi’ye göre sayı ve ölçü kategorisini kapsayan öğretici bilimi öğrenen ölçü ve sayılar yatar. Buna seyir bilimleri, hareketli kütleler, gök cisimleri, müzik, ağırlıklı uyum yeteneği bilimleri yakındır. Ondan sonra fizik, yani maddeleri oluşturan, cisme özgü, dünyadan ve eşyadan ibaret, çeşitli cisimlerde yerleşen cisim bilimi yer alır. Bir de iki bilim arasında orta derecede bilim vardır : Fizik ve metafizik; bunlar ruhu, aklı ve algıyı inceler.
El-Farabi’ye göre insan, başka insanın yardımı olmadan, yalnızlık içinde bütün mükemmelliklere erişemez; insan, diğer insanlarla komşuluğa ve birliğe gerek duyar. El-Farabi, insanı beşeri ve toplumsal bir canlı olarak tanımlar.
El-Farabi, asıl amaçlar içinde en yararlı olanları inceleme imkânı veren şeylere entellektüel meziyetler diyordu. Entellektüel devlet meziyeti, temel kanunları belirlemeye yetenekli olmaya en yakındır. Entellektüel meziyetler, teorik meziyetlerden ayrılmaz. Ahlâki meziyetler, iyiye heves amacına sahip olan şeyleri içerir. Bu meziyetler, entellektüel meziyetlerden sonra oluşur.
Pratik meziyetler ve pratik bilimlerde kastedilen, El-Farabi’nin düşüncesine göre ona iki yolla gelebilir : Onlardan biri inandırıcı düşünceler ve uyarıcı düşüncelerde son bulur; ikinci yol ise zorlama yoludur.
“Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” ve “Devlet Politikası” eserlerinde El-Farabi, ortaçağ yakın ve ortadoğusunda ilk olarak felsefe yardımıyla sosyal karşıtlıkların kemirdiği feodal toplumun politik ve ahlâki durumunu düşünmeye çalışır. İnsanların son amacı olarak namuslu işler yardımıyla mutluluk meziyetini sayıyordu. Ama namuslu insan, diğer insanlarla ortak olmadan yalnızlık içinde oluşamaz. Diğer insanlarla heves ettiği ilişkide bulunması, her insanın doğuştan özelliği olur. Her insan, bu mükemmelliğe erişmek için diğer insanların komşuluğuna ve onlarla birliğe gerek duyar. Bu nedenle insan, onun karşılıklı işbirliğiyle birleşen özel ve doğal özelliklerini oluşturması için mükemmelliğe erişebilir.
El-Farabi şöyle der : “Her insanın kendi varlığı ve en yüksek mükemmelliğe erişmesi için yalnızlığına neden olmayacak ve isteklerini denediği toplumdan ayrı olarak ona erişen her insanın topluluğunda gerek duyduğu erişme için pek çok şeye gerek duyar. Bu bakımdan her insan diğeriyle ilişkisi bakımından tam olarak böyle bir durumdadır. İşte bu nedenle onun varlığı için gerekli payı herkesin diğerine verdiği, insanların birbirine yardım birliği yoluyla insan doğasında ayırdığı mükemmelliğe erişebilir. Bu, toplumun bütün üyelerinin faaliyeti toplu olarak onlardan her birine varlığa ve mükkemmelliğe erişmesi için gerekli her şeyi verir. İşte bu nedenle insan bireyleri çoğaldılar ve yerleşim bölgeleri oluşturdular. Sonuçta insan toplumları ortaya çıktı. Bazıları tam bir toplum, diğerleri ise tam olmayan toplumları oluşturur. Bu bakımdan tüm toplumlar üç tipten oluşur : Büyük, orta ve küçük.” Bu şekilde insanların birliği bütün değil, orta olur. Hayatta, mutluluğun oluşmasından mükemmelliğe erişme amacı oluşur.
El-Farabi, insan toplumlarının birbirinden ayrılabileceğini anlamıştır. Onların arasında tam ve tam olmayanlar vardır. Tam toplumların üçü bilinir : Büyük, orta ve küçük. Büyük toplum, “toprağa yerleşen bütün insanların toplumunun bütünü”, orta toplum “herhangi bir halktan oluşan toplum”, küçük toplum ise “herhangi bir halkın yerleştiği yerlerde herhangi bir şehrin yerlilerinden oluşan toplum”dur.
El-Farabi, o dönemde kabul edilen insanların idealist hayat çeşitliliği yorumundan uzaklaşmaya çalıştı. “Devlet Politikası”nda halkın iki doğal gruba ayrıldığını yazar : “Doğal kurallar ve doğal özellikler, bir üçüncü şey de dildir”. Doğal kural ve özellikler, onun fikrine göre, halklarda herhangi bir coğrafi çevrenin etkisi altında ortaya çıkar. El-Farabi’nin bu düşünceleri, bilindiği gibi El-Farabi’nin güçlü etkisi altında olan filozof ve sosyolog İbn-i Haldun tarafından derinleştirilerek geliştirildi.
Toplumsal birliklerin çeşitli tiplerini ve halklar arasındaki çeşitliliği inceleyen El-Farabi, toplum yapısını da ayrıntılı olarak temellendirir. Toplum, ona göre namuslu ve namussuz olarak ayrılan çeşitli gruplardan oluşur. En iyi grup, namuslu şehirdir (gruplar “şehir” olarak adlandırılmaktadır).
El-Farabi, hayat biçimini ve çağdaş toplumun çeşitli sosyal tabakalarının hareketlerini ayrıntılı olarak analiz eder. Onun düşüncesine göre namuslu şehir olan sosyal feodal devlet yapısı yönünde sempatisi vardır. Ancak tedbirli bir düşünür olarak, çağdaş devlet yapısının içinde emek yığınlarının yaşadığı bağımsız şehre bağlı olduğunu anlıyordu.
Değişim şehrinin sakinleri, kâr ve zenginlik için birlik amacındadır. Onlar, bu zenginlikten başka bir şey için yararlanmazlar; ama zenginlik, kendi kendine hayatlarının amacı olur. El-Farabi, bu şehirde yağma ve hile olmadan davranılmadığını niteler. Şehrin sakinleri tüccarlar, tefeciler ve satıcılardır. Bunlar üretim işiyle uğraşmazlar, dolaylı üreticilerin emek ürününün alım ve satımını yaparak yaşarlar.
El-Farabi’nin eleştiriye uğrattığı şehirler içine “alçaklık ve mutsuzluk” şehirleri de dahildir. “Alçaklık ve mutsuzluk şehrinin sakinlerinin yerine duygu ve hayâl güçlerini harekete geçiren zevklere ve neşe uyandırmaya heveslendikleri ve bütün tip ve oluşumlarında eğlenceyle teselli buldukları insanlar olduğunu yazar.
El-Farabi, parazit hayat biçimi getiren, sarhoşluk, işsizlik ve zevklere teslim olan feodal toplum temsilcilerinin kusurlarını ortaya çıkarır. El-Farabi’nin sempatisi, “gerekli şehir” yönündedir. O, bu şehrin sakinlerine acımasına rağmen onları, gerekli ve gereksiz şeylerden kurtarmanın köklü yollarını gösterememiştir.
Çağdaş toplumun tabakalarını ayıplayan El-Farabi, “yönetim hırsı olan şehirde onların okuması, yemesi, ün kazanması, söz ve işle yabancıların ve diğerlerinin önünde görkem ve parıltıya erişmesi için birbirine yardım etmeye hevesli sakinlerin şehri olduğu”nu, onların “bunu yapmaya çalıştıkları ölçüde bu başarıya erişecekleri”ni yazar.
Hakimiyetsever şehir, diğerlerinin onlara boyun eğmesi, onların ise hiçkimseye boyun eğmemesine heveslenen şehirdir; onların gücü, sadece zaferi elde edecek mutluluğa erişmeye yönelmiştir. Şehvetperest şehir, sakinlerinin hepsinin istediklerini özgürce yapabildiği, ihtiraslarını hiçbir şeyle frenlemedikleri şehirdir. Cahil şehirlerin efendileri, bu şehirler gibidir. Hepsi şehri yönetme işini, kendi tutku ve eğilimlerinden memnuniyet duymak için yaparlar. Cahil şehirlerin sakinlerinin uğraşıları, onların hayatının amacı olarak incelenebilir ve bizi yükseğe çıkaran her şeyi oluşturur.
El-Farabi; yolunu sapıtmış, doğru yoldan çıkan şehre karşı gelir. “Yolunu sapıtmış şehir, bu hayattan sonra mutluluk olacağına inanan şehirdir. Ama onun düşüncelerinin değiştiğini, onun şimdi büyük ve üstün güçlü Allah’a, ikinci oluşumlara ve din için görev yapmayan, bütün eşyaların biçimine de benzer olarak kabul edilmeyen ayıp düşüncelerin hareket halindeki aklına sahiptir.”
Yolunu sapıtmış şehrin sakinlerinden söz eden El-Farabi, mistik sufizm felsefesinin temsilcilerini dikkate alır. Sufistleri yargılar ve faaliyetin entellektüel anlayışını, sosyal hayata aktif katılımı insanın yüksek mükemmelliği sayar, aynı zamanda insan hayatının öldürme zevki ve kendine mistik eziyet yoluyla Tanrı’ya kavuşmak için “vücut hapishane”sinden ruhu özgür bırakmak düşüncelerini görmüştür.
Gördüğümüz gibi El-Farabi, çağdaş toplumun yapısını ve devletin yayılması için tanrısal irade kullanımı amacıyla değil, kendi alçak ihtiraslarını kullanmak için hakimiyetini kullanan halk tabakalarına umut bağlayan bütün sorumluluğu akıllıca analiz eder. Ama yetersizlikleri eleştirirken, asla feodal düzene karşı çıkmaz. Tersine, feodal düzeni güçlendirmek için yol araştırır.
El-Farabi, kendi politik teorisinde dönemin sert sorunlarını, her şeyden önce de toplum devlet ilişkisi sorununu ele alarak çözdü. Bu teorinin hareket kategorisi, bütün insanlarda aynı derecede yayılmış, yapısal aitliklerinden bağımsız tanrısal oluşum olan genel faydadır. Genel faydanın yayılması, devlet egemenliği ve kanun düzeninin amacı olur. İnsan isteklerinin yerel ve sosyal yapısı için devleti örgüt olarak ayırarak belirleyen bilimadamı, sadece bu örgütün oluşumunu ve gelişim düzeylerini değil, insan faydasına erişmenin sosyal yollarını da öğrenmeyi gerekli sayıyordu.
El-Farabi’ye göre insan yararının yayılışı, namuslu şehrin varlığına esas olarak bağlıdır. Böyle devlette insanın hareketi, İslâmi emir ve dogma çerçevesiyle sınırlanmaz. Burada yaratıcı aktiflik, maddelerin var olan durumu ve gelecek olaylar olarak herhangi bir zaman anlamaya imkân veren basiret ve sezgiye sahip bilimsel anlayış okutulur. Ancak El-Farabi, insanın sadece anlayış, zekâ ve ahlâk keskinleştirmesi için gerekenlere erişemeyeceğini iddia eder. El-Farabi’ye göre diğer insanlarla birlik ve karşılıklı ilişki içinde gereken toplumsal öz insandır. El-Farabi, ortaçağ döneminde Aristo’nun toplumsal öz olarak insan düşüncesini yeniden kurmuştur.
El-Farabi, her iyi şeye, gerçekten isteğe ve özgür seçime göre erişildiğini söyler. İlgi ve isteklerini birleştiren insanlar dürüst şehri oluştururlar. İnsanların birleştiği şehrin gerçek mutluluğu elde etmek için karşılıklı yardıma sahip olduğunu, insanların mutluluğa erişme amacıyla birbirine yardım ettiği toplumun da dürüst şehir ve dürüst bir topluma sahip olduğunu yazar. Mutluluğa erişme amacıyla yardım eden bütün şehrin insanları, dürüst bir halka sahiptir. Bu şekilde bütün dünya, eğer halklar, onun nüfusu mutluluğa erişmek için birbirine yardım ederse dürüst kalacaktır.
Bununla beraber El-Farabi, feodal hiyerarşik merdivenin herhangi bir basamağında bulunan toplumun üyesi olan insanı ortaya koyar. Hiyerarşik merdivenin çeşitli basamaklarında bulunan toplum üyelerini düşünür; çünkü bu, onlar arasındaki karşılıklı ilişki ve karşılıklı bağlantıyı düzenleyen belli bir düzen ve sistemin tek oluşumuna erişmek için gereklidir.
Dürüst devletten söz eden El-Farabi, devleti, Platon gibi tek bir merkezden yönetilen bütünlük içinde her organa özgü spesifik fonksiyonların olduğu insan vücuduna benzetir. “Dürüst şehrin yaşama özünün varlığını korumak ve onu daha bütün yapmak için birbirine bütün organların yardım ettiği çağdaş sağlıklı bir vücuda benzer. Vücut organları, doğayı ve yetenekleri bakımından birbirine üstün olarak aralarında ayrılırlar (başlıca organ olan kalp ve görev bakımından kendisine yakın organlardan oluşur). Bunların her biri, doğasından belli bir yetenek verilmiş başlıca organ ve diğer organların tek amacıyla uygun faaliyetini gerçekleştiren bir yardım ve belli bir yetenekle verilir. Hiçbir şeyin yönetmediği başlıca organla bağlantılı olan organların amaçlarına uygun hareket edenlerin yardımıyla bu organlar, ikinci düzeyde olur, bir de ikinci düzeyde bulunan organların amacına uygun kendi görevini yapan organlara varıncaya kadar gerçekleştirir, ama soyut olarak hiçbir şeyi yönetmez. Şehir birliğinin üyeleri, birbirleri arasında kendi durumuna göre üstün doğaları bakımından ayrılırlar.”
El-Farabi’ye göre dürüst şehirde, feodal hiyerarşik merdivenin çeşitli üyelerinin bulunduğu emir altında olan bölümler vardır. “Şehirde belli bir insanın ve düzey bakımından bu bölüme yakın diğer insanların bölümü olduğunu, kendi durumu ve yeteneklerine göre hepsinin başlıca amacını takip eden hareketleri gerçekleştirdiği”ni yazar. “Onlar, ilk düzeyde bulunurlar. Bunların daha altında, ilk amaca uygun hareket eden ve ikinci düzeyde uğraşan diğer insanlar vardır. Sonra bu şekilde son amaca uygun hareket eden insanlar gerekir. Bu son amaca göre hareket eden ve görev yapanlara kadar şehir birliğinin çeşitli üyeleri düzene göre yerleşir, ama görev yapamazlar. Onlar alt düzeyde ilgilenirler ve en alt durumun insanları olurlar.”
El-Farabi, insan organizmasının faaliyetine kıyasla hiyerarşik merdivenin şemasını kurar. Halkı, kalbin hareketine kapanılmaz derecede bağlı, devletin başı olarak anladığı yönetimde tamamlanan temel fonksiyonu olan organlara benzetir.
El-Farabi, sadece toplumda insanlar arasındaki eşitsizliği görmekle kalmıyor, bir de onu eleştiriyordu. Bu bakımdan bilgili yöneticinin yardımıyla dürüst devlette bütün insanların, toplumsal durumlarına bağlılıkları dışında kendi mutluluklarını bulabileceklerini, zira bu devletin düşünce ve anlayışa istekli insanlar tarafından yönetileceklerini seziyordu. Bilge idareci ve bilge insanların yokluğunu, devlet için en büyük yoksulluk sayıyordu.
Dürüst devletin oluşumuna, her şeyden önce yetenekli, akıllı, iradeli müşfik bir bilimadamı olarak inanıyordu. Dürüst şehrin lideri, onun fikrine göre “doğadan ayrı olarak ona söylenen her şeyin söylenenleri dikkate alarak işler yolundaymış gibi anlamayı ve ortaya koymayı; hafızasında hiçbir şeyi unutmadan anladığı, gördüğü, duyduğu ve kavradığı her şeyi iyice korumayı; aklıyla her şeyin en küçük ayrıntısını farkederek, bu işaretin öğretinin ve anlayışın sevgiyi kabul etmeyi gösterdiğini hızla benimseyen, öğretimde yorulmadan, bu emekle birleşen bunu kolayca kavrayan, gerçeği, adaleti ve onun savaşçılarını sevme, ona erişen yalandan nefret etme, adaletsizlik ve onların adil olma üzerinden ilerlediği tiranlarden nefret eden, ama maymun iştahlı olmayan ve adaletin kişileri önünde ısrar etmeyen, inatçı olmayan, ama her tür adaletsizlik ve alçaklığın önünde tamamen azimli olma, korku ve cesaretsizliği bilmeyen, cesur ve önemli olmayı gerekli sayan bir yeteneği olan kişidir.”
Dürüst devlet ve bilgili yönetici teorisinin idealist temeli vardı. Bu, erken ortaçağ döneminin sosyolojik ve ahlâki düşüncesinde ileri bir adımdı. El-Farabi, bu düşüncelerin oluşmasına engel olan her şeyi eleştiriyordu. Asgari gelişmenin bilimsel ve felsefi bilimlere değer vermeyen nezaket, hırs, açgözlülük ve zorbalığın hakim olduğu devlete erişme olduğunu söylüyordu. Filozof, hırsla toplumun ruhsal gücünü yıkan, insanların hırs ve yağmacılığında temellenen kendi devletini kuran feodal yöneticilerin despotluğuna karşı çıktı. Böyle bir devlet, onun fikrine göre cahil kaba, namussuz insanların hırsı yoluyla yönetir. Onlar sadece zenginlik, hakimiyet ve zevke değer verirler. Dini düşünceler yoluyla böyle insanlar geri kalan halk üzerinde egemenlik kurmayı denerler. Adaletin yıkıldığı namussuz devlette tiran kurulur, bilimler ve felsefi bilimler söner, obskurantizm kaçınılmaz olarak zafer kazanır.
Namussuz devletten söz eden El-Farabi, ortaçağ döneminde ilk olarak Abbasi halifesinin sosyal karşıtlığını gösterdi ve onları teorik olarak açıklamayı denedi. El-Farabi, kötünün eninde sonunda ezileceğine ve dünyada iyi başlangıçların galip olacağına inanıyordu. Onun sosyal fikirleri, oldukça ilerici ve insancıldır. Feodal zulüm ve savaş döneminde toplum fikirlerini hırs olmadan ve bütün dünya halkları arasındaki barışçıl ve dostça ilişkilerin fikirlerini cesurca ileri sürdü.
Bilimadamı olarak El-Farabi, gerçekten sosyal fikrine erişmek için doğru yolu bulamadı. Ama İslâmi dönemde yeni sosyal fikrin ileri sürülmesi oldukça cesur ve ilericiydi. Bu nedenle fikirler, doğu halklarının felsefi düşüncesinin gelişimine, ayrıca İbn-i Sina, İbn-i Bacce, İbn-i Rüşd, Nizami ve İbn-i Haldun’un dünya görüşünün biçimlenmesine büyük etki etti.
KAYNAK: El-Farabi Milli Devlet Üniversitesi http://www.farabiedu.org/turkce/universite/farabi)
El Biruni
Arapça yazdığı kitaplarda sık sık Türkçe kelimeler kullanması , ilk astronomi gözlemlerini Türklerin oturduğu bölgelerde yapması onun Türk olduğunu göstermektedir, ve bu yüzden Türk bilgini olarak tanınmaktadır. İsmi Muhammed bin Ahmed el Birunî el- Harezmi olup künyesi Ebû Reyhan’dır. Birunî ya da Beyruni ismiyle ün yapmış olup, batı dünyasında Ali Boron adıyla tanınmaktadır. Çok yönlü bir bilgin olan Birunî matematik, astronomi, tıp, trigonometri, fizik, doğabilim, eczacılık, jeoloji, sosyoloji, tarih, coğrafya, felsefe, etnoloji , dinler tarihi, filoloji , botanik, mineraloji gibi alanlarda 100 den fazla eser vermiştir. Birunî Türkçe, Arapça, Farsça, Sanskritçe, Yunanca, İbranice bilmekteydi ve sadece İslâm aleminde değil tüm dünyada tanınmakta ve saygıyla anılmaktadır.
Vasili V. Bartold tarafından “en büyük İslâm bilgini” olarak nitelenen Birunî akılcı ve nesnel yöntemiyle yalnız İslam dünyasının değil, çağının en büyük bilginleri arasında yer alır. Eserlerinin çoğu batı dillerine çevrilmiş ve defalarca basılmıştır. 1973 yılında doğumunun 1000. yıldönümü olması nedeniyle UNESCO’nun önayak olması ile bütün dünyada anılmıştır. Hayatı Birunî 973 (H. 362) yılında Zilhicce ayının üçüncü günü Kas’da doğmuştur.
Küçük yaşta iken babasını kaybetmiş çok zor şartlar altında yetişmiştir. Daha çocuk yaşta üstün kabiliyeti ve keskin zekası ile dikkatleri üzerine çekmiş, Harezmşah hanedanından meşhur âlim ve matematikçi Ebu Nasr Mensûr bin Ali Irak onu himayesi altına almıştır. Onun aracılığıyla Harizm sarayına girerek dönemin ünlü bilginlerinden matematik ve astronomi öğrenimi görmüştür. Ebu Abbas memnun bin Muhammed Kas kentini alarak Batı Harizm Sülalesinin egemenliğine son verince (995), bir süre Rey’de kaldıktan sonra Cürcan’a yerleşerek Sultan Kabus Vüşmgir’in sarayına girmiş, orada el-Âsâru’l-bâkiye ani’l kuruni’l-haliye adlı tarih ve kronoloji alanındaki ünlü yapıtını sultana sunmuştur (1001). Yeniden Harizm’e dönerek (1003 ya da 1009) çalışmalarını Sultan Memnun bin el- Memnun’un sarayında sürdürmüş, sarayda başta İbni Sina olmak üzere Ebu-Nasr, İbni Miskeveyh gibi dönemin meşhur âlimleriyle tanışarak yakınlık kurmuştur.
Gazneli Mahmut’un 1017’de Harezm devletine son vermesiyle Gazne’ye gelerek , 44 yaşında iken Gaznelilerin himayesine girmiştir. Gazneli Mahmut’tan olduğu gibi oğlu Mesut ve torunu Mevdut’tan da yardım destek ve saygı görmüştür. Gazneli Mahmut’un Hindistan seferinde, Sultan’ın baş danışmanlığını ve hazine genel müdürlüğünü yapmış, Gazneli Mahmut onun için “Sarayımızın en değerli hazinesidir” demiştir. Hindistan’ın fethinin ardından Hindistan’ın Nendene şehri civarında çeşitli ilmi çalışmalar yapan Birunî, orada Sanskritçe’yi öğrenmiş, Hintlilerin örf ve adetlerini incelemiş ,sonra tekrar Gazne’ye dönmüş, ömrünün geri kalanını orada geçirmiştir ve bu, bilimsel çalışmalar yönünden en verimli dönemi olmuştur. Uzun yıllar boyunca hazırladığı Tahdidu Nihayeti’l- Emâkın adlı kitabını bu dönemde tamamlamıştır (1025).
Sultan Mesud döneminde Ortaçağ asrtonomisinin en önemli kaynaklarından olan El- Kanunü’l Mesudî adlı kitabı yazmış ve sultana ithaf etmiştir. Öteki çalışmalarının yanında, ünlü filozof ve bilgin Ebubekir Razi’nin kitaplarının, İslâm tarihi açısındam büyük değer taşıyan kataloğunu hazırlamıştır. Gazne’de ölen Birunî’nin ölüm tarihi tam olarak bilinmemektedir. Değişik kaynaklarda 1048-1061 yılları arasında değişen tarihlerde vefat ettiği belirtilmektedir. Bilim Anlayışı Birunî, özgür düşünce ve sağlam bilgiye aykırı düşen boş ve temelsiz inançlara, düşüncelere önem vermemesi bakımından bir Ortaçağ bilgini olmaktan çok bir Yeniçağ bilgini kabul edilebilir. Simya, sihir, büyü gibi batıl inançlara inanmayan Birunî Kitabü’lCevahir fi Marifeti’l-Cevahir adlı kitabında yağmur taşıyla yağmur yağdıralamayacağı veya zümrütün yılan üzerinde etki yaptığı yolundaki inaçları yıkmaya çalışmıştır.
Birunî tükenmek bilmeyen bir gözlem ve araştırma çabasına nesnellik ilkesini ve içten bir dindarlık ruhunu da ekleyerek her yönden yetkin bir kişilik sergilemiştir. Bir hipotezin deneyle doğrulanması düşüncesi yanında ölçmeye verdiği önem kendisini fizik ve matematik çağdaş kavranışına oldukça yaklaştırmıştır. Çünkü o bir felsefeci olmaktan çok bir bilim adamıdır. Bilim adamı olarak yapıcı ve eleştirel bir zihniyette, bilimsel konularda sığ ve yüzeysel kalmaktan sürekli kaçınmış, bu nedenle bütün ömrünü bilgi birikimlerini deney ve gözlemlerle doğrulama uğruna harcamıştır. Birunî deney ,gözlem ve nesnellik ilkelerine dayanan bilimsel yönetemini doğa bilimlerinin yanında sosyal bilimlerde de uygulamıştır. Birunî’ye göre ilmin hazzı, yani hakikatı araştırma zevki, en yüksek zevkler arasındadır. Bu hususta kendisi şöyle demektedir: “ İlim adamına yani ilim hizmetçisine lazım ve kaçınılmaz olan şey, ilmin bütün sahalarında yeterli bir seviyede olmasa bile, ilimler arasında bir ayırım yapmamak, herbirinin hakkını vermektir.
Çünkü ilim güzeldir, lezzeti de kalıcıdır. Araştırma boyunca bu lezzet sürer gider. Çalışma bitince lezzet de son bulur. İlim adamı kendinden önce gelen âlimleri hor gözle bakmamalı, tevazû ile eserlerine yaklaşıp, istifade etmelidir. Böylece en doğru ve en sağlam bilgilere ulaşacak, kusurlu, hatalı bilgilerden uzak durmuş olacaktır.
İlmin ilerlemesi ve gelişmesi için şunlar lüzumludur:
1. İlmi düşünceye serbestlik tanınmalı, yani ilimde söz sahibi olanlanlar fikir hürriyetine sahip olmalı.
2. İlmi çalışmalar açık ve sağlam metodlara dayanmalı.
3. İlim; bâtıl düşüncelerden, sihir ve hurafelerden arınmış olmalı. 4. Gerçek ilim adamlarına çalışma zevk , şevk ve gayretleri arttıran teşvik tedbirleri alınmalı.
5. İlmin ilerlemesi için lüzumlu her türlü maddi, sosyal, teknik şartlar ve imkanlar hazırlanmalı.
6. İlme, ilmî eserlere ve ilim adamlarına hürmet edilmeli, itibarları sağlanmalı.
7. İnsanların dikkat ve alâkaları ilmî konulara çekme çalışmaları yapılmalı.
8. Devletin ileri gelen adamları , ilmin gelişmesi için gereken tedbirleri tespit edip , hemen bunları tatbik etmeli. ”
Bazı Önemli Bilimsel Çalışmaları Astronomi ve Matematik İlk astronomi gözlemlerini 990’da yapmıştır. Bu daha 17 yaşındayken astronomide verimli bir düzeye ulaştığını göstermektedir.
Takiyüddin
1546- 1601 yılları arasında yaşayan Danimarkalı Tyco Brahe, kral II. Frederick’i ikna ederek Hveen adasında 1576 yılında ortaçağ sonrasının ilk rasathanesini kurdu.
Tyco Brahe, Copernicus’un Güneş merkezli gezegenler görüşünü destekleyenlerden bir noktada ayrılıyordu. Brahe’ye göre, Dünya hareketsizdi ve Güneş’le Ay Dünya’nın etrafında, gezegenler de Güneş’in etrafında dönüyorlardı. Brahe kendi gözlemevinde kullandığı, döneminin en gelişmiş aletleriyle duyarlı gözlemler yaparak gökcisimlerinin koordinatlarını saptamakla kalmadı, nova ve kuyruklu yıldızları da gözledi. O’nun yaptığı gözlemler ve elde ettiği bulgular, Kepler’in ünlü kanunlarını geliştirmesine ve günümüzün Güneş Sistemi modelini kurgulamasına neden oldu. Brahe, 1563 yılında Jüpiter ve Satürn kavuşum gözlemelerini içeren Tabulae Prutenicae adlı kataloğunu yayınladı. 1577 yılında görülen kuyrukluyıldızı da inceledi ve Liber de Cometa adlı yapıtını yazdı.
Tyco Brahe, Copernicus sistemini reddetmesine ve astrolojiye inanmasına karşın 16. yüzyılın en önemli gökbilimcilerinden biri olarak kabul edilir. Brahe’nin kurduğu rasathane, rasathanesinde kullandığı ölçüm araçları ve yaptığı ölçümler bilim tarihi açısından son derece önemlidir. Çünkü, Tyco Brahe Hveen adasındaki çalışmalarını sürdürürken, çağdaşı bir gökbilimci de İstanbul’da çalışmalarını sürdürmekteydi.
1521 yılında Şam’da doğan Takiyyüddin, Mısır ve Şam’da döneminin tanınmış hocalarından fıkıh, hadis ve tefsir dersleri aldıktan sonra ders vermek üzere yine Mısır’a atandı. Bundan sonra Takiyüddin iki kez İstanbul’a gitti ve yine Mısır’a döndü. İstanbul’a ilk gidişinde Ali Kuşçu’nun torunu Kutbeddinzade Muhammed Efendi gibi bilge kişilerle dostluk kurdu ve bilgisini artırdı. Müderris olarak geri döndüğü Mısır’dan ikinci kes İstanbul’a geldi. Edirnekapı’daki Medreseye atanmasına karşın kabul etmeyerek tekrar Mısır’a döndü. Mısır’da kadılık yapmakta olan Abdülkerim Efendi, eski gökbilimcilerden kalma risaleleri verdiği Takiyüddin’e gerekli gözlem aletlerini ve aletlerin yapımlarına ilişkin bilgileri de vererek matematik ve gökbilimle ilgilenmesini sağladı. Gökbilim konusundaki deneyimini ve yetkinliğini artıran Takiyüddin 1570 yılında üçüncü kez İstanbul’a geldi.
Takiyüddin’in İstanbul’a yerleştiği 1570 yılına kadar, gökbilimle ilgilenmek amacıyla rasathane kurulmamış olduğundan, gökbilimle ilgili bilgiler eskiden kalma Arapça ve Farsça kitaplardan öğrenilmekteydi. Gözlemle ilgili hesaplar da eskiden hazırlanmış olan gözlem kataloglarından yararlanılarak yapılıyordu. Bu gözlem kataloglarına dayanılarak yapılan hesaplar doğru sonuçlar vermekten uzaktı. Yeni bir gözlem kataloğu düzenlenmesi için bir rasathane kurulması gerekiyordu. Takiyüddin, matematik ve gökbilim konusundaki yeteneğine büyük önem veren Hoca Sadettin Efendi’nin yardımlarıyla Padişah III. Murat’tan rasathanenin kurtulması için izin, yer ve ödenek aldı. Kendiside rasathanenin müdürlüğüne atanarak inşasına da nezaret etmekle görevlendirildi. Bugün, Cihangir Tophane sırtlarında kurulmuş olan İstanbul Rasathanesi’nin yapımına kesin olarak ne zaman başlandığına dair kanıt niteliğinde her hangi bir belge bulunmamasına karşın, rasathanenin aletleri ve yapımı tamamlanmamış da olsa 1575-1580 yılları arasında gözleme açık olduğu kesindir.
Takiyüddin’in Ondalık Kesirleri Trigonometri ve Astronomiye Uygulaması
Remzi Demir
Bilindiği gibi, Türk bilim tarihine ilişkin araştırmaların yetersiz olması, Türklerin tarihlerinin hiçbir döneminde bilgin yetiştirmedikleri gibi yanlış bir anlayışın doğmasına ve yayılmasına neden olmuştur; “Türklerin kalem ehli değil ama kılıç ehli oldukları” biçiminde özetlenen bu anlayış, son yıllarda özellikle EI-Hârezmî, Abdülhamid ibn Türk, Fârâbî, İbn Sinâ, Uluğ Bey ve Ali Kuşçu gibi bilginlerin yapıtları üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda sarsılmışsa da yıkılmamıştır. Bu yazının konusu olan ve XVI. yüzyılda İstanbul Gözlemevi’ni kurarak gözlemler yapan Taküyiddin ibn Manıf (1521-1585) yukarıdaki bilginler kadar da tanınmamaktadır; ancak matematik, astronomi ve optik konularında yazmış olduğu yapıtlar incelendiğinde onlardan hiç de aşağı kalmadığı görülmektedir.
Ondalık kesirleri, Uluğ Bey’in Semerkant Gözlemevi’nde müdürlük yapan Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşî’nin Aritmetiğin Anahtarı (1427) adlı yapıtından öğrenmiş olan Takiyüddin’e göre, el- Kâşî’nin bu konudaki bilgisi, kesirli sayıların işlemleriyle sınırlı kalmıştır; oysa ondalık kesirlerin, trigonometri ve astronomi gibi bilimin diğer dallarına da uygulanarak genelleştirilmesi gerekir.
Acaba Takiyüddin’in ondalık kesirleri trigonometri ve astronomiye uygulamak istemesinin gerekçesi nedir? Osmanlıların kullanmış oldukları hesaplama yöntemlerini, yani Hint Hesabı denilen onluk yöntemle Müneccim Hesabı denilen altmışlık yöntemi tanıtmak maksadıyla yazmış olduğu Aritmetikten Beklediklerimiz adlı çok değerli yapıtında Takiyüddin, ondalık kesirleri altmışlık kesirlerin bir alternatifi olarak gösterdikten sonra, dokuz başlık altında, ondalık kesirli sayıların iki katının ve yarısının alınması, toplanması, çıkarılması, çarpılması, bölünmesi, karekökünün alınması, altmışlık kesirlerin ondalık kesirlere ve ondalık kesirlerin altmışlık kesirlere dönüştürülmesi işlemlerinin nasıl yapılacağını birer örnekle açıklamıştır. Ancak Takiyüddin’in tam sayı ile kesrini birbirinden ayırmak için bir simge kullanmadığı veya geliştirmediği görülmektedir; örneğin, 532.876 sayısını, “5 Yüzler 3 Onlar 2 Birler 8 Ondabirler 7 Yüzdebirler 6 Bindebirler” biçiminde veya “532876 Bindebirler” biçiminde sözel olarak ifade etmekle yetinmiştir.
Takiyüddin, bu yapıtında göksel konumların belirlenmesinde kullanılan altmışlık yöntemin hesaplama açısından elverişli olmadığını bildirir; çünkü altmışlık yöntemde, kesir basamakları çok olan sayılarla çarpma ve bölme işlemlerini yapmak çok vakit alan sıkıcı ve güç bir iştir; bugün kullandığımız onluk çarpım tablosuna benzeyen altmışlık kerrat cetveli bile bu güçlüğün giderilmesi için yeterli değildir. Oysa onluk yöntemde, kesir basamakları ne kadar çok olursa olsun, çarpma ve bölme işlemleri kolaylıkla yapılabileceği için, Ay ve Güneş’in yanında gözle görülebilen Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün gökyüzündeki devinimlerini gösterir tabloları düzenlemek ve kullanmak eskisi kadar güç olmayacaktır.
Bu önerisiyle gökbilimcilerinin en önemli güçlüklerinden birini gidermeyi amaçlayan Takiyüddin, açıları veya yayları ondalık kesirlerle gösterirken, bunların trigonometrik fonksiyonlarını altmışlık kesirlerle gösteremeyeceğini anlamış ve ondalık kesirleri trigonometriye uygulamak için Gökler Bilgisinin Sınırı adlı yapıtında birim dairenin yarıçapını 60 veya 1 olarak değil de, 10 olarak aldıktan sonra kesirleri de ondalık kesirlerle göstermiştir. Zâtü’l- Ceyb olarak bilinen bir gözlem aletini tanıtırken, “Bir cetvelin yüzeyini altmışlı sinüse göre, diğerini ise bilginlere ve gözlem sonuçlarının hesaplanmasına uygun düşecek şekilde kolaylaştırıp, yararlılığını ve olgunluğunu arttırdığım onlu sinüse göre taksim ettim.” demesi bu anlama gelir.
Takiyüddin, ondalık kesirlerin trigonometri ve astronomiye nasıl uygulanabileceğini kuramsal olarak gösterdikten sonra, 1580 yılında bitirmiş olduğu Sultanın Onluk Yönteme Göre Düzenlenen Tablolarının Yorumu adlı kataloğunda uygulamaya geçmiştir. İstanbul Gözlemevi’nde yaklaşık beş sene boyunca yapılmış gözlemlere göre düzenlenen bu katalog, diğer kataloglarda olduğu gibi kuramsal bilgiler içermez; yalnızca ortaçağ İslam Dünyası’nda Batlamyus adıyla tanınan Ptolemaios’un kurmuş olduğu Yermerkezli sistemin ilkelerine uygun olarak belirlenmiş gezegen konumlarını gösterir tablolara yer verir.
Takiyüddin, 1584 yılında İstanbul’da tamamlamış olduğu İnciler Topluluğu adlı başka bir yapıtında, son adımı atmış ve birim dairenin yarıçapını 10 birim almak ve kesirleri, ondalık kesirlerle göstermek koşuluyla bir Sinüs -Kosinüs Tablosu ile bir Tanjant – Kotanjant Tablosu hesaplayarak matematikçilerin ve gökbilimcilerin kullanımına sunmuştur. Eğer Takiyüddin bu tabloları hazırlarken birim uzunluğu 10 birim olarak değil de, 1 birim olarak benimsenmiş olsaydı, bugün kullanmakta olduğumuz sisteme ulaşmış olacaktı.
Batı’da ondalık kesirleri kuramsal olarak tandan ilk müstakil yapıt, Hollandalı matematikçi Simon Stevin (1548-1620) tarafından Felemenkçe olarak yazılan ve 1585’de Leiden’de yayımlanan De Thiende’dir (Ondalık). 32 sayfalık bu kitapçıkta, Stevin, sayıların ondalık kesirlerini gösterirken hantal da olsa simgelerden yararlanma yoluna gitmiş ve ondalık kesirleri, uzunluk, ağırlık ve hacim gibi büyüklüklerin ölçülmesi işlemlerine uygulamıştır. Ancak, De Thiende’de ondalık kesirlerin trigonometri ve astronomiye uygulandığına dair herhangi bir bulgu yoktur. Bu durum, Takiyüddin’in yapmış olduğu araştırmaların matematik ve astronomi tarihi açısından çok önemli olduğunu göstermektedir.
Rasathanede Kullanılan Ölçüm Araçları
Takiyüddin’in İstanbul Rasathanesi’nde ölçüm yapmak için kullandığı belli başlı dokuz alet inşa ettiği saptanmıştır. Bunlardan Zâ-tül-Halâk gökcisimlerinin ekliptiğe göre enlem ve boylamlarının bulunmasında kullanılmaktaydı. Bu aletin ilk tanımı usturlap adıyla Batlamyus’un Almagest’inde verilmiştir. Takiyüddin’de bu aleti özgün halindeki gibi altı halkalı olarak düzenlemiştir. Bunlardan ikisi eşit çaptadır ve birbirlerine dik olarak sabitlenmişlerdir. Birbirine dik olan bu halkalardan biri ekliptiği diğeri kutuplar halkasını belirtir. Aletin üzerine küçük boylam halkası, büyük boylam halkası, meridyen halkası ve enlem halkası olarak adlandırılan dört halka daha takılır ve enlem halkasının yüzeyine iki doğrulayıcı yerleştirilir. Zât-ül-Halâk’la Güneş ve Ay ufuk çizgisi üzerinde bulunduğu zaman gözlem yapılarak Ay’ın ekliptikteki enlem ve boylamı, saptanabilir. Zât-ül-Halâk kullanımında asıl güçlük, gözlem anında aleti gökyüzündeki konumuna oturtmaktır. Yıldızların ekliptik enlem ve boylamlarını saptamak için zodyak üzerindeki takımyıldızlara ait bazı yıldızların ekliptikal boylamlarının bilinmesi gerekir.
Takiyüddin’in rasathanede kullandığı önemli araçlardan biri de Libne’dir. Libne basit olarak çeyrek daire şeklindedir ve gökcisimlerinin meridyen, doğrultusunda yüksekliklerini ölçmekte kullanılır. Bu aletle gökcisimlerinin ekvatoral koordinatları saptanabilir. Takiyüddin ortaçağ boyunca kullanılan Libne’nin bir varyasyonunu kendisi için inşa etmiştir. Takiyüddin Libne yardımıyla gökcisimlerinin yüksekliğini gözleyerek, gözlem yerinin enlemi bilindiğinden gökcisminin deklinasyonunu ve Güneş’in meridyen düzleminde en büyük ve en küçük yüksekliğini gözleyerek de ekliptiğin eğimini hesaplamıştır.
Takiyüddinin kullandığı üçüncü aletin adı Zâtü’s-Semt ve’l-İrtifâ’dır. Bu alet eski İslam gökbilimcileri tarafından Şam’da da kullanılmıştır. Zâtü’s-Semt ve’l-İrtifâ, silindirik bir kule üzerine yatay bakır bir halka ve bu halkanın üzerine aynı çaplı bakırdan dikey bir yarım halka konulmasıyla elde edilir. Bu bakır yarı halkanın üzerinde derece ve dakika bölümleri işaretlenmiştir. Yatay halka da başlangıcı meridyende olmak üzere 360 dereceye bölünmüştür. Yarım halkanın merkezindeki bir eksen etrafında dönebilen ve yatay halka üzerinde kayabilen ikişer delikli iki küçük doğrulayıcı bulunur. Zâtü’s- Semt ve’l-İrtifâ’yla güneş gözleniyorsa, cetvel yarı halka, yarı halka da yatay halka üzerinde kaydırılarak alet, Güneş ışınları yarı halkanın merkezine düşecek biçimde ayarlanır. Bu yöntemle gözlem zamanı için Güneş’in yüksekliği yarı halka üzerinden ve azimutu da yatay halka üzerinden okunur.
Zâtü’s- Semt ve’l- İrtifâ ortaçağ gökbilimcilerinin geliştirdiği bir araçtır. Bu alet günümüzde kullanılmakta olan teodolitin ilkel ve büyük boyutlu halidir. Alet gökcisimlerinin her konumunda kullanılabilmektedir. Takiyyüddin Zâtü’s- Semt ve’l- İrtifâ’yı Merkür ve Venüs gezegenlerinin Güneş’ten en uzakta bulunduğu zamanki konumu ile diğer gökcisimlerinin yükseklik ve azimutlarını bulmakta kullanmıştır.
Zat-ü’s- şu’beteyn Takiyüddin’in kullandığı dördüncü alettir. Alet oluşmaktadır. İlk cetvel, bulunan eksenler etrafında dönebilecek şekilde düşeyleştirilir. Cetvelin üst ucunda bir çiviye asılan çekül yardımıyla düşeyliği kontrol edilir. İkinci cetvel birincinin üst ucuna takılmıştır. Böylece hem düşey düzlem içinde rahatça hareket edebilir hem de birinci cetvel boyunca açılmış oyuğa girebilir. Bu cetvel üzerinde gözlemi kolaylaştırıcı iki doğrulayıcı bulunur. Üçüncü cetvel ikincinin aksine birinci cetvelin alt ucuna bağlanmıştır. İkinci cetvel ölçüm için hareket ettirildiğinde, üçüncü cetvel de onunla birlikte ve aynı düzlemde hareket eder. İkinci cetvelin hareketi sırasında alt uç, üçüncü cetvel üzerindeki bölümlü yüzeyde hareket eder ve üç cetvel bir üçgen oluşturur. Üçüncü cetvel diğer iki cetvelden daha uzundur. Birinci ve ikinci cetveller birbirlerine dik hale geldiklerinde, üçüncü cetvel hipotenüs konumundadır. Takiyüddin Zât-ü’s- şu’beteyn’i betimlerken bazı bilim adamlarının üçüncü cetvel yerine bir daire yayı kullandıklarını ancak, cetvelin daha kullanışlı olduğunu belirtiyor.
Rasathane’de kullanılan aletlerden beşincisi Rub-ı mıstar’dır. Aletin şekli dörtte bir dairedir. Aletin tahta olduğunu anlatabilmek için Rub-u Deffe (tahta kuadrant) adı verilmiştir. rub- ı mıstar’ı yapmak için 4,5 m uzunluğunda üç tahta cetvel alınır. Bunlardan ikisi aralarındaki açı 90° olacak şekilde uç kısımlarından birbirine eklenir. Yarıçapı 4,5 m olan dörtte bir çember yayıyla boşta kalan iki uç birleştirilir ve üçüncü cetvel bir ucu daire yayının orta noktasında, bir ucu kuadrantın tepe noktasında olmak üzere sisteme eklenir. Bu üçüncü cetvelin tam ortasından geçirilen bir eksenle sistem yer düzlemine dik bir sütuna sabitlenir. Sistemin düşeyliğini sağlamak ve yükseklik açısını ölçmek için kuadrantın tam merkezine bir çekül asılır. Böylece gökcisimlerinin yükseklik açıları dereceli yay üzerinde okunabilir.
Rasathanede kullanılan altıncı alet Zatü’1-ceyb’dir. Zat-ü’s-şu’beteyn gibi iki cetvelden yapılmıştır. Aynı uzunlukta iki cetvel bir eksen etrafında hareket edebilecek şekilde uçlarından birbirine tutturulmuş ve merkezden başlayarak 60’a kadar bölümlenmişlerdir. Cetvellerden birinin üzerinde, kolay gözlem yapabilmek için, iki doğrulayıcı ve bölümlemenin son çizgisine de bir çekül yerleştirilmiştir. Bazen çekül yerine üçüncü bir bölümlü cetvel konur. Bu durumda yıldızın yüksekliğinin sinüsü bu cetvel üzerinden okunabilir.
Zatü’1-evtar Takiyüddin’in kullandığı aletlerden yedincisidir. Takiyüddin kendi buluşu olduğunu söylediği bu aleti Güneş’in ekinoks noktasına geldiği anı saptamak için kullanmıştır.
Takiyüddin’in buluşlarından biri de Müşebbehetü bi’1-monatık’dır. Bu alet yardımıyla iki yıldız arasındaki açısal uzaklıklar ölçülebiliyordu. Müşebbehetü bi’1-monatık yardımıyla Koç takımyıldızı içinde bulunan iki yıldızın açısal uzaklığı da ölçülmüştür.
Rasathane’de kullanılan son alet Bengam’dır. Bengam gökbilim gözlemlerinde Takiyüddin’in kullandığı astronomik bir saattir. Astronomik bir saatin bulunuşu ve gözlemlerde kullanılması ölçümlerin duyarlılığını artırması açısından son derece önemli bir gelişme olmuştur.
Takiyüddin’in Optiğe Katkıları
Hüseyin Topdemir
Takiyüddin başarılı çalışmalar sergilediği optik alanında, Gözbebeğinin ve Aklın Işığı adlı bir yapıt kaleme almıştır. Bu kitabın dikkat çekici yönü, temel dokusunun İslam Dünyası’nda yaklaşık sekiz yüzyıl önce başlatılmış olan köklü ve başarılı optik çalışmaları sonucunda elde edilmiş temel argümanlardan ve problemlerden oluşturulmuş olmasıdır: Öyle ki, elde edilen yüksek düzey, l7. yüzyıla kadar Batı’da güncelliğini koruyan temel tartışmaların çerçevesini oluştururken, aynı şekilde, Osmanlı İmparatorluğu’nda da bütün canlılığıyla etkinliğini sürdürmüştür. Bu durumu anlamak ve anlamlandırmak zor değildir. Çünkü l7. yüzyıla kadar Batı’da optik konusunda egemen olan görüş, İbnü’l-Heysem’in bir tür gelenek haline dönüşmüş olan görüşleridir. Bu görüşe temel olan düşüncesinin iki boyutu vardır:
1) Optiğe ilişkin sorunların, geometrik sorunlara dönüştürülerek geometrik yoldan incelenmesi,
2) Sorunların nedensel olarak açıklanması. Ayrıca, bu iki temel düşünce ayrıntılı ve ustalıklı olarak düzenlenmiş deneylerle de desteklenmiştir. Bu tarz bir araştırma modeli, çeviriler yoluyla Batı’ya aktarılırken, Doğu’da 14. yüzyılda Kemâlüddîn el-Fârîsî’nin araştırmalarıyla çok daha yüksek düzeyli tartışmalara olanak ve zemin hazırlamıştır. Daha sonra 1579 yılında, bu kez Takiyüddin, hem İbnü’l-Heysem’in Optik ve hem de Kemâlüddin el- Fârîsî’nin Optiğin Düzeltilmesi adlı çalışmalarına dayanarak Gözbebeğinin ve Aklın Işığı adlı yapıtını yazmıştır; Takiyüddin’in amacı, bu iki kitabı yorumlamak ve gereksiz ayrıntılardan arındırarak asıl amaca yönelik bir olgunluk düzeyine ulaştırmaktır.
Kitap bir giriş ve üç ana bölümden oluşmaktadır. Giriş’te optiğe ilişkin bazı temel kavramlar tanımlanmış ve optik konusunda etkin olan kuramlardan kısaca söz edilmiştir.
Birinci bölüm aracısız görme konusuna ayrılmıştır. Burada ışık, görme, ışığın göze ve görmeye olan etkisi ve ışıkla renk arasındaki ilişki ayrıntılı olarak tartışılmıştır. Bunun yanında tartışmaya esas olan bazı temel ilkeler benimsenmiştir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Işığın kaynağı nesne, hedefi ise gözdür.
2. Işıkla birlikte göze gelen biçimler, aynı zamanda o nesnenin rengini de taşırlar.
3. Göz yalnızca ışıklı ya da ışıklandırılmış nesneleri algılar
4. Görme geometrik bir olgudur. Çünkü yayılan ışık, tepesi kaynakta ve tabanı da gözde bulunan bir koni oluşturmaktadır.
5. Işık maddesel bir şeydir; ancak optik incelemeler sırasında geometrik bir nesne olarak kabul edilebilir.
6. Işık ışınları küresel olarak yayılırlar ve bu yayılım da doğrusal çizgiler boyunca olur.
7. Renk ışığa bağlıdır ve ışığın kırılması ve yansıması sonucunda oluşur.
Burada öncelikle ışığın doğrusal çizgiler boyunca, ancak küresel olarak yayıldığı savının öne çıktığını hemen belirtelim. Takiyüddin’in bu savı, daha sonra Hollandalı fizikçi Huygens (1629-1695) tarafından ortaya konulacak küresel yayılım kuramının ilk anlatımı olarak görülebilir.
Takiyüddin’e göre ışık, ışıklı bir nesneden ve o nesnedeki her bir noktadan küresel olarak yayılır ve yayılım sırasında, ister istemez bazı ışın çizgileri paralel, bazıları birbirine yakınlaşan ve bazıları ise birbirlerinden uzaklaşan doğrular boyunca yol alır. Buna bir de bu doğrusal çizgilerde yol alan ışınların küresel olarak yayıldığı düşüncesi eklendiğinde, o zaman, ışığın dalga niteliği taşıdığı ve tıpkı durgun bir suya taş atıldığında, suda oluşan dalganın etrafa doğru büyüyen daireler şeklinde yayılması gibi yayılıyor olduğunun kabul edildiği anlaşılmaktadır ki, bu da küresel yayılımın yalın bir anlatımından başka bir şey değildir.
Bunun dışında aracısız görme konusunda Takiyüddin’in üzerinde durmamızı gerektiren bir açıklaması daha bulunmaktadır. 0 da ışık ve renk arasındaki nedensel ilişkiyi irdelerken, rengin ışığa bağlı olduğunu ve ışığın kırılması ve yansıması sonucu oluştuğunu belirtmiş olmasıdır. Bu belirlemenin önemi de yine optik tarihinde gizlidir. Çünkü rengin gerçek doğasının anlaşılması ilk kez Newton’un ayrıntılı renk incelemeleri sonucu gerçekleşmiştir.
Newton öncesi dönemde ise renk konusunda egemen olan kuram, değişim kuramı adı verilen ve rengin ışığın zayıflamasıyla ya da aydınlık ve karanlığın karışımıyla oluştuğunu belirten Aristotelesçi kuramdır. Nitekim ünlü astronom Kepler optik üzerine kalem almış olduğu Ad Vitellionem Paralipomena (Vitelo’nun Paralipomena’sına Ek) ve Dioptric (Kırılma Üzerine) adlı kitaplarında rengin oluşumunu Aristotelesçi bir yaklaşımla açıklamıştır. Oysa Takiyüddin, bu iki bilim adamından önce rengin oluşumunda kırılmayı söz konusu etmiş, Newton’un prizması yerine cam bir küre kullanmıştır.
Kitabın ikinci bölümü yansıma aracılığıyla oluşan görme konusuna ayrılmıştır. Burada ışığın aynalarda uğradığı değişimler ve çeşitli aynalarda görüntünün nasıl oluştuğu deneysel olarak tartışılmıştır. Yansıma optiği, optik biliminin gelişimini en erken tamamlayan ve bu anlamda nisbeten daha kolay olan bir dalıdır. Bu nedenle yansıma kanunu da dahil olmak üzere bütün ilkeleri Antikçağ’da tespit edilmiştir. Bu anlamda Takiyüddin’in konuya katkısı, yansıma kanununu her tür aynada kanıtlamaya çalışmasıdır.
Üçüncü bölüm de kırılma konusu ele alınmış ve yoğunluğu farklı olan ortamlarda ışığın yol alırken uğradığı değişimler incelenmiştir. Ancak yaptığı bütün deneysel ve matematiksel irdelemeler sonucunda Takiyüddin, kırılma kanununu bulamamıştır. Fakat konuya değişik bir yaklaşımda bulunmuştur. Anlaşılan odur ki, Takiyüddin sinüs kanunuyla uğraşmamıştır. Çünkü çalışmalarını tamamen geometrik olarak ele almış ve trigonometriyi işin içine sokmayarak açılar arasında oranlar ya da eşitsizlikler kurmak yoluna gitmiştir. Oysa sinüs kanununa giden yol kirişler veya sinüslerden geçmektedir. Böyle bir girişimde bulunmadığı için, onun kırılma kanunu dediği şeyi, bir aritmetiksel eşitsizlik olarak nitelendirebiliriz.
Takiyüddin’in Elyazmaları
Takiyüddin’in günümüze ulaşan elyazmaları incelendiğinde, içerdikleri bilgilerin o dönem gökbilimi hakkında sağladığı veriler yanında farklı bir önemi olduğu da görülür.
Takiyüddin el yazmalarında belirli bir biçim kullanmamıştır. Eserlerin hemen hepsi birbirlerinden farklı boyutlardadır. Kitaplarda kullanılan süsler de birbirlerinden farklıdırlar. Ancak yazmalara önemli yerleri, başlıkları, tablo ve şekilleri belirginleştirmek için farklı renklerden yararlanıldığı gözlenir. Başlangıç sayfalarında yazmaların Takiyüddin’e ait olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlayan açıklamalar, kayıtlar ve imza yer alır. Günümüz araştırmacılarını en çok sevindiren de Takiyüddin’in eserlerinin orijinallerinin bir kısmının bugüne ulaşmış olmasıdır.
O dönemlerde bilim adamlarının yazdıkları eserlerin kopyaları elle çıkarılmaktaydı. Birçok elyazmasının ancak kopyaları günümüze ulaşabilmiştir. Orijinal örneklerin kopyalama sırasında meydana gelebilecek hataları içermediği düşünülürse araştırmacılar için ne denli önemli oldukları anlaşılabilir.
Takiyüddin’e ait el yazmalarının bir bölümü Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü’nde bulunmaktadır. Enstitü’nün UNESCO’yla (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Organizasyonu) birlikte yürüttüğü “Memory of the World” projesi çerçevesinde, Takiyüddin’e ait el yazmalarının da içinde bulunduğu 821 Türkçe, 414 Arapça ve 102 Farsça, toplam 1337 eser mikrofilmleri çekilerek CD- Rom üzerinde kataloglanmaktadır. Takiyüddin’in diğer eserleri başka kütüphanelerin raflarındadır.
Rasathanenin Hazin Sonu
İstanbul Rasathanesi ilginç bir yıkım yaşamasına rağmen, yıkımın nedenine ilişkin fazlaca veri elde edilememiş. Ancak, rasathanenin yıkılışında 1577 yılında gözlenen kuyrukluyıldızın ve 1578’de baş gösteren veba salgınının nedeni olarak gösterilmesinin, daha da ileri giden çevrelerce Takiyüddin ve rasathane personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği yolundaki söylentilerin, şüpheleri artırdığı söyleniyor. Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi’nin de bu görüşleri desteklemesi üzerine, padişahın verdiği emirle, Rasathane 1580 yılında Kılıç Ali Paşa’ya yıktırılıyor.
Rasathanenin padişah emriyle yıktırıldığı kesin olmakla birlikte, konuyla ilgili aydınlanmamış birçok nokta vardır. Yaygın bir görüş Rasathane’nin, verilen hatt-ı hümayuna dayanarak Kılıç Ali Paşa emrindeki donanma tarafından denizden topa tutularak yıkıldığı biçimindedir. Ancak, topa tutma konusunda kişisel anı yazıları dışında günümüze ulaşabilmiş hiçbir yazılı resmi belge yoktur. Rasathanenin betimlenen yerinin çok yakınlarında yerleşim bölgeleri olduğu da gözönünde tutulursa bu olasılığın tartışmaya açık olduğu söylenebilir.
Bunca söylentiye karşın, kesin olarak bilinen İstanbul Rasathanesi’nde nitelikli gözlemler yapıldığı ve bu gözlemlere dayanılarak son derece hassas gözlem katalogları hazırlandığıdır. Asıl şanssızlık, Takiyüddin’in arkasından Kepler gibi bir bilim adamının gelmemesi ve yapılmış çalışmaları değerlendirecek bir bilim geleneğinin yerleşmemiş olmasıdır. Bunca söylentinin arkasında, rasathanenin yıkılmasının gerçek nedeninin, rasathanenin kurulmasına önayak olan Hoca Sadettin Efendi ile Şeyhülislam’ın yer aldıkları farklı grupların siyasi çekişmesi olduğu sanılıyor.
Kaynaklar
Adıvar, A. A., Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1982
Demir, S., Nasırüddin, Takiyüddin’in Farklı Büyüklükte Sonsuz Nitelikler Meselesine Trigonometriden Getirmiş olduğu Bir Örnek, Ankara, 1992
Sayılı, A., Observatory In İslam, Ankara, 1960
Tekeli, S., Nasırüddin, Takiyüddin ve Tyco Brahe’nin Rasat aletlerinin Mukayesesi, Ankara, 1958
Tekeli, S., 16. Asırda Saat ve Takiyüddin’in “Mekanik Sanat Konstrüksiyonunu Dair En Parlak Yıldızlar” Adlı Eseri, Ankara, 1966
Ünver, A. S., İstanbul Rasathanesi, Ankara, 1985
Bilim Teknik Dergisi’nin, Şubat 1997 tarihli sayısından alınmıştır.
Akşemseddin
Osmanlılar zamanında yetişen büyük evliya ve İstanbul’un manevi fatihi. İsmi, Muhammed bin Hamza’dır. Saçının sakalının ak olması veya beyaz elbiseler giymesinden dolayı Akşeyh veya Akşemseddin lakaplarıyla meşhur olmuştur. Evliyanın büyüklerinden Şihabüddin Sühreverdi’nin neslinden olup, soyu hazret-i Ebu Bekr-i Sıddik’a kadar ulaşır. 1390 (H. 792) senesinde Şam’da doğdu. 1460 (H.864)da Bolu’nun Göynük ilçesinde vefat etti.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Akşemseddin Kur’an-ı kerimi ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu’ya gelip, o tarihte Amasya’ya bağlı olan Kavak nahiyesine yerleşti. Alim ve veli bir zat olan babası vefat edince, tahsiline devam etti. Genç yaşta akli ve nakli ilimlerde akranlarından daha üstün derecelere ulaştı. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Osmancık’a müderris oldu. İlim öğretmekle ve nefsinin terbiyesiyle meşgulken, tasavvufa yönelip, Ankara’da bulunan zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmak üzere gitti. Fakat ona talebe olamadı. Halep’te bulunan Şeyh Zeynüddin’e talebe olmak için Halep’e giderken, gördüğü bir rüya üzerine Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmak üzere Ankara’ya geri döndü. Hacı Bayram-ı Veli tarafından kabul edilip, onun sohbetinde tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram-ı Veli’den icazet (diploma) aldı. Aynı zamanda tıp ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddin, bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Araştırmalar sonunda Maddet-ül-Hayat adlı eserinde:
“Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı.
Pasteur’un teknik aletlerle Akşemseddin’den dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyada ilk defa haber verdi. Buna rağmen mikrop teorisi yanlış olarak Pasteur’a mal edilmiştir. Aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olan Akşemseddin, o devirde seratan denilen bu hastalıkla çok uğraştı. Sadrazam Çandarlı Halil Paşanın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi etti. Ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya koydu.
Akşemseddin, zahiri ve batıni ilimleri bilen birçok alim yetiştirdi. Oğulları Muhammed Sa’dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nurullah, Muhammed Emrullah, Muhmmed Nasrullah, Muhammed Mir-ul-Huda ve Muhammed Hamdullah ile Harizat-üş-Şami Mısırlıoğlu, Abdurrahim Karahisari, Muslihuddin İskilibi ve İbrahim Tennuri bunlardan bazılarıdır.
Fatih Sultan Mehmed Han muhteşem ordusuyla İstanbul’un fethine çıktığında, Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Fenari, Molla Gürani, Şeyh Sinan gibi meşhur veliler ve alimler de talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Akşemseddin hazretleri savaş esnasında Sultan’a gerekli tavsiyelerde bulunarak, yeni müjdeler veriyordu. Kuşatmanın uzaması ve Sultan’ın ısrarı üzerine ve Allahü tealanın izni ile fethin ne gün olacağını bildiren Akşemseddin, Sultan şehre girerken yanında yer aldı. Fetih ordusu İstanbul’a girdikten sonra İslamiyetin harple ilgili hukukunun gözetilmesini genç Padişah’a hatırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultan’ın Eshab-ı kiramdan Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine:
“Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nur görüyorum. Orada olmalıdır.” cevabını verdi.
Daha sonra orası kazıldı ve Eyyub Sultan’ın (radıyallahü anh) kabri ortaya çıktı. Fatih Sultan Mehmed Han, Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabr-i şerifinin üzerine bir türbe,yanına bir cami ve ilim öğrenmek için gelen talebelerin kalabileceği odalar inşa ettirdi. Sultan, Akşemseddin’den İstanbul’da kalmasını istediyse de, Akşemseddin Padişah’ın bu teklifini kabul etmedi.
Akşemseddin, İstanbul’un fethinden sonra, Göynük’e yerleşti ve vefatına kadar orada kaldı. Göynük’e yerleştikten sonra, bir taraftan ahiret hazırlığı yapıyor, diğer taraftan da küçük oğlu Hamdullah’ın ilim ve terbiyesi ile meşgul oluyordu. “Bu küçük oğlum, yetim, zelil kalır, yoksa, bu zahmeti çok dünyadan göçerdim.” derdi. Bir gün hanımının; “Göçerdim dersin yine göçmezsin!” demesi üzerine; “Göçeyim!” deyip mescide girdi. Akrabasını ve evladını toplayıp, vasiyetini yaptı. Helalleşip veda etti. Yasin-i şerifi okumaya başladı. Sünnet üzere yatıp temiz ruhunu teslim etti (1460). Göynük’teki tarihi Süleyman Paşa Caminin bahçesine defnedildi. Daha sonra oğullarının kabri ile beraber bir türbe içine alındı.
Buyururdu ki: “Her işe besmele ile başla. Temiz ol, daim iyiliği adet edin, tembel olma, namaza önem ver. Nimete şükür, belaya sabret. Dünyanın mutluluğuna mağrur olma. Ömrüm uzun olsun dersen, kimseye kızma, eziyet etme. Kimsenin nimetine haset etme. Senden üstün olan kimsenin önünden yürüme. Tırnağını asla dişinle kesme. Çok uyumak kazancın azalmasına sebeb olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık ol, seher vakti Kur’an-ı kerim oku. Zikrin daima hamd-i Hüda (Allahü tealaya hamd etmek) olsun. Hem Cehennem azabından endişeli ol. Hasedi terk et, kendini başkalarına medh etme. Namahreme (harama) bakma, harama bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırma. Düşen şeyi alıp (temizleyerek) yersen fakirlikten kurtulursun. Edepli, mütevazı ve cömert ol. Cünüp kimse ile yemek yemek gam verir. Yalnız bir evde yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebep olur.”
Eserleri:
1) Risalet-ün-Nuriyye: Tasavvufa ve tasavvuf ehline dil uzatanlara cevab mahiyetindedir. Arapça olup, kardeşi Hacı Ali tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. 2) Def’ü Metain, 3) Risale-i Zikrullah, 4) Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli, 5) Malumat-ı Evliya, 6) Maddet-ül-Hayat, 7)Nasihatname-i Akşemseddin.
Ömer Hayyam (1048-1131)
18 Mayıs 1048’de İran’ın Nişapur kentinde doğan Ömer Hayyam bir çadırcının oğluydu. Çadırcı anlamına gelen soyadını babasının mesleğinden almıstır. Fakat o soyisminin çok ötesinde işlere imza atmıştır. İlgilendiği ilimler: matematik, fizik, astronomi, şiir, tıp, müzik. Horasan’ın yıldızı; İran’ın; Irak’ı Acemi ve Irak’ı Arabi olmak üzere her iki Irak’ın dahisi, feylesofların prensi Ömer!
Daha yaşadığı dönemde İbn-i Sina’dan sonra Doğu’nun yetiştirdiği en büyük bilgin olarak kabul ediliyordu. Tıp, fizik, astronomi, cebir, geometri ve yüksek matematik alanlarında önemli çalışmaları olan Ömer Hayyam için “zamanın bütün bilgilerini bildiği” söylenirdi. O herkesten farklı olarak yaptığı çalışmaların cogunu kaleme almadı, oysa O ismini çokça duyduğumuz teoremlerin isimsiz kahramanıdır. Elde bulunan ender kayıtlara dayanılarak Ömer Hayyam’ın çalışmaları şöyle sıralanabilir:
Yazdığı bilimsel içerikli kitaplar arasında Cebir ve Geometri Üzerine, Fiziksel Bilimler Alanında Bir Özet, Varlıkla İlgili Bilgi Özeti, Oluş ve Görüşler, Bilgelikler Ölçüsü, Akıllar Bahçesi yer alır. En büyük eseri Cebir Risalesi’dir. On bölümden oluşan bu kitabın dört bölümünde kübik denklemleri incelemiş ve bu denklemleri sınıflandırmıştır. Matematik tarihinde ilk kez bu sınıflandırmayı yapan kişidir. Cebiri, “ sayısal ve geometrik bilinmeyenlerin belirlenmesini amaçlayan bilim” olarak tanımlardı. Matematik bilgisi ve yeteneği zamanın çok ötesinde olan Ömer Hayyam denklemlerle ilgili başarılı çalışmalar yapmıştır. Nitekim, Hayyam 13 farklı 3. dereceden denklem tanımlamıştır. Denklemleri çoğunlukla geometrik metod kullanarak çözmüştür ve bu çözümler zekice seçilmiş konikler üzerine dayandırılmıştır. Bu kitabında iki koniğin arakesitini kullanarak 3. dereceden her denklem tipi için köklerin bir geometrik çizimi bulunduğunu belirtir ve bu köklerin varlık koşullarını tartışır. Bunun yanısıra Hayyam, binom açılımını da bulmuştur. Binom teoerimini ve bu açılımdaki katsayıları bulan ilk kişi olduğu düşünülmektedir. (Pascal üçgeni diye bildiğimiz şey aslında bir Hayyam üçgenidir. )
Bir kitabında da Öklit’in aksiyomlarıyla ilgili çalışmaları toplayan Hayyam, Öklit’in paralellik aksiyomunu başka bir önerme kümesiyle değiştirdi. Bunun sonucunda bugün öklit-dışı geometride kullanılan “geniş, dar ve dik açı hipotezleri” ile ilgili biçimlere ulaştı. Yani öklitdışı geometrinin temellerini atan Hayyam olmuştur. Öklit’in yapıtı üzerine yorumlarında, irrasyonel sayıların da tıpkı rasyonel sayılar gibi kullanılabileceğini kanıtlaması matematik tarihinde bir dönüm noktası oluşturdu. İsfahan’da üç yıl çalışarak kurduğu rasathanede gökyüzünü inceler, bilimsel çalışmalar yapar, hükümdarın özel müneccimi olur, yıldız falına bakardı. Ömer Hayyam kendi doğum tarihini bu kadar net şekilde bir gökbilimci hassasiyetiyle kendisi bulmuştur. 21 Mart 1079 yılında tamamladığı, halk arasında “Ömer Hayyam Takvimi” bugün ise “Celali Takvimi” olarak bilinen takvim için büyük çaba sarf etmiştir. Güneş yılına göre düzenlenen bu takvim 5000 yılda bir gün hata verirken, bugün kullandığımız Gregoryen Takvimi 3330 yılda bir gün hata vermektedir. Eserleri arasında İbn-i Sina’nın Temcid (Yücelme) adlı eserinin yorum ve tercümesi de yer alır.
Öğrenimi tamamlayan Ömer Hayyam kendisine bugünlere kadar uzanacak bir ün kazandıran Cebir Risaliyesi’ni ve Rubaiyat’ı Semerkant’ta kaleme almıştır. Dönemin üç ünlü ismi Nizamülmülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam bu şehirde bir araya gelmiştir. Dönemin hakanı Melikşah, adı devlet düzeni anlamına gelen ve bu ada yakışır yaşayan veziri Nizamülmülk’e çok güvenirdi. Ömer Hayyam ile ilk kez Semerkant’ta tanışan Nizam onu İsfahan’a davet eder. Orada buluştuklarında O’na devlet hülyasından bahseder ve bu büyük hayalinin gerçekleşmesi için Hayyam’dan yardım ister. Fakat Hayyam devlet işlerine karışmak istemez ve teklifini geri çevirir. Saray entrikalarından hayatının sonuna kadar uzak kalmayı yeğler.
İlmini genişletmek için zamanın ilim merkezleri olan Semerkand, Buhara, İsfahan’a yolculuklar yapmıştır. 4 Aralık 1131’de doğduğu yer olan Nişabur’da dünyaya veda eder.
İbn Heysem (965-1040)
Ortaçağın yetiştirdiği en büyük İslam fizikçisi İbn Heysem’dir (965-1040) Batılıların Alhazen adıyla tanıdıkları Ebu Ali el-Hasen ibn-Heysem’dir.965’te Basra’da doğdu;asıl büyük araştırmalarını Fatimilerden El-Hakim zamanında Mısır’da yaptı. Kahire’de 1040’da öldü. İbn Heysem, büyük bir fizikçi olduğu kadar matematikçi ve filozoftu, ışık konusu idrak ruhiyatındaki araştırmaları onu şüpheciliğe götürdü.
Işık konusuna ilişkin olan Kitab-ül-menazır ’ı yalnız Doğu’da değil, daha sonra birçok Latince çevirileriyle Batı’da Roger Bacon ve Witello’nun fizik araştırmaları üzerinde etki yapmıştır. Eskilerin sandığı gibi ışığın gözden çıkıp eşyaya gitmek suretiyle görme fiilinin olmadığını, tam tersine eşyadan bize ışğın gelmesiyle gördüğümüz (s: 270) öngörüsünü yerleştirdi.Gözün ilk ilmi tavsifini yapan odur. Seleflerinden çok daha ilme ve gerçeğe yakın olan bir görme telakkisi vardı. Hava içerisinde kırılma olayına ilişkin dahice araştırmalar yaptı. Tek ve çift gözle görmeyi tefsir eden bilimsel açıklamalar verdi. Karanlık bir odayı ışığın davranışlarını inceleme araştırmalarında ilk kez kullandı. İbn Heysem’in Kitab-ül menazır’ı sonradan Kemaleddin Ebu’l Hasan Farisi (öl: 1320) tarafından şerh edilmiş ve tamamlanmıştır. Onun çalışmaları özellikle üstadı tarafından temelleri atılmış olan küresel bir yüzeyde kırılma ve yansıma, karanlık oda vb. deneyleridir.
İbn Heysem’in Orta Çağ’da Latinceye çevrilmiş birçok eseri vardır. Enrico Narducci’nin eseri (1871’de İtalyanca yayımlanmış) bu çeviriler hakkında zengin bilgi verir. Büyük Batı fizikçilerinin yetişmesinde bu çevirilerin doğrudan doğruya etkisi olmuştur. Roger Bacon, onu üstad diye tanımakla birlikte bazı noktalarda aşmaya çalışır. Fakat John Pecckam’ın (1813-1874; H1228-1291) Perspectiva communis’i İbn Heysem’in yetersiz bir özetinden başka bir şey değildir.
Witello da üstadını asla aşmış değildir. Bütün araştırmaları İslam aliminin uğraştığı olayların sınırını geçmediği gibi yöntemine de hiçbir yenilik getirmemiştir Bununla birlikte onlar Batıda modern fizik araştırmalarına başlangıç sayılabilir. Alimin bir de Menazil-ül-hikme adlı eseri vardır ki burada çekimden, sukut hadiselerinden, yoğunlaşma ve havanın yoğunluğundan söz eder.New York Üniversitesinden Draper’e göre İbn Heysem’de evrim fikirinin ilk tohumları sezilmektedir.
(H.Z.Ülken, İ. Düşüncesi, s: 270-271)
Ünlü Türk Bilim Adamları
.:A DAN Z YE BÜTÜN ÜNLÜ BİLİM ADAMLARI VE DALLARI:.
Abdüsselam : ( 1926 – 19 ) Pakistanlı Fizik Bilgini İlk nobel ödülü alan müslüman bilim adamı.
Ahmed Bin Musa : ( 10 yüzyıl ) Sistem mühendisliğinin Öncüsü. Astronom ve Mekanikçi.
Akşemseddin : ( 1389 – 1459 ) Pasteur önce Mikrobu bulan ilk bilim adamı. İstanbulun fethinin manevi babasıdır. Fatih sultan Mehmet’ in Hocasıdır
Ali Bin Abbas : ( ? – 994 ) 1000 sene önce ilk kanser ameliyatını yapan bilim adamı. Kılcal damar sitemini ilk defa ortaya atan bilim adamıdır. Eski çağın en büyük hekimlerinden olan hipokratesin (Hipokrat) Doğum olayı görüşünü kökünden yıktı.
Ali Bin İsa : ( 11 yüzyıl ) İlk defa göz hastalıkları hakkında eser veren müslüman bilim adamı.
Ali Bin Rıdvan : ( ? – 1067 ) Batıya tedavi metodlarını öğreten islam alimi.
Ali Kuşçu : ( ? – 1474 ) Ünlü Bir türk astronomi ve matematik bilginidir.
Ammar : ( 11 yüzyıl ) İlk katarak ameliyatını kendine has biçimde yapan müslüman bilim adamı.
Battani : ( 858 – 929 ) Dünyanın en meşhur 20 astrononumdan biri trigonometrinin mucidi, sinus ve kosinüs tabirlerini kullanan ilk bilgin.
Beyruni : ( 973 – 1051 ) Dünyanın döndüğünü ilk bulan bilim adamı ümit burnu, amerika ve japonyanın varlığından bahseden ilk bilim adamı. Beyruni amerika kıtasının varlığını kristof colomb’un Keşfinden 500 sene önce bildirmiştir. Matematik, Jeoloji, Coğrafya, Tıp, Felsefe, Fizik, Astronomi gibi dallarda eserler yazmıştır. Çağın En Büyük Alimidir.
Bitruci : ( 13 yüzyıl ) Kopernik’e yol açan öncülük eden astronom bilim adamı.
Cabir Bin Eflah : ( 12 yüzyıl ) Ortaçağın büyük matematik ve astronom bilginidir . Çubuklu güneş saatini bulan ilk bilim adamıdır.
Cabir Bin Hayyan : ( 721 – 805 ) Atom bombası fikrinin ilk mucidi ve kimyanın babası sayılır. Maddenin en Küçük parçası atomun parçalana bileciğini bundan 1200 sene önce söylemiştir.
Cahiz : ( 776 – 869 ) Zooloji İlminin öncülerindendir. Hayvan gübresinden amonyak elde etmiştir.
Cezeri : ( 1136 – 1206 ) İlk sistem mühendisi ve ilk sibernetikçi ve elektronikçi Bilgisayarın babası; oysa bilgisayarın babası yanlış olarak ingiliz matematikçisi Charles Babbage olarak bilinir..
Demiri : ( 1349 – 1405 )Avrupalılardan 400 yıl önce ilk zooloji ansiklopedisini yazan alimdir … Hayatül hayavan isimli kitabı yazmıştır.
Dinaveri : ( 815 – 895 ) Botanikçi Ve astronom bir alim olarak bilinir.
Ebu Kamil Şuca : ( ? – 951 ) Avrupaya matematiği öğreten islam bilgini.
Ebu’l Fida : ( 1271 – 1331 ) Büyük Bir bilgin tarihçi ve coğrafyacıdır.
Ebu’l Vefa : ( 940 – 998 ) Matematik ve Astronomi bilginidir trigonometriye tanjant, kotanjant, sekant ve kosekantı kazandıran matematik bilginidir.
Ebu Maşer : ( 785 – 886 ) Med-cezir olayını (gel-git) ilk keşfeden bilgindir.
Evliya Çelebi : ( 1611 – 1682 ) Büyük Türk seyyahı ve meşhur seyahatnamenin yazarıdır.
Farabi : ( 870 – 950 ) Ses olayını ilk defa fiziki yönden ele alıp açıklayıp izah getiren ilk bilgindir.
Fatih Sultan Mehmet : ( 1432 – 1481 ) İstanbulu feth eden ve Havan topunu icad eden yivli topları döktüren padişahtır fatihin kendi icadı olan ve adı “şahi” olan topların ağırlığı 17 ton ve bakırdan dökülmüş olup 1.5 ton ağırlığındaki mermileri 1 km ileriye atabiliyordu bu topları 100 öküz ve 700 asker ancak çekebiliyordu..
Fergani : ( 9 yüzyıl ) Ekliptik meyli ilk defa tesbit eden astronomi alimi.
Gıyasüddin Cemşid : ( ? – 1429 ) Matematik alimi. Ondalık kesir sistemini bulan çemşid cebir ve astronomi alimi.
Harizmi : ( 780 – 850 ) İlk cebir kitabını yazan ve batıya cebiri öğreten bilgin. Adı algoritmaya isim oldu rakamları Avrupa’ ya öğreten bilgin. Cebiri sistemleştiren Bilgin.
Hasan Bin Musa : ( – ) Dünyanın çevresini ölçen, üç kardeşler olarak bilinen üç kardeşten biri..
Hazini : ( 6 – 7 yüzyıl ) Yerçekimi ve terazilerle ilgili izahlarda bulunan bilgin.
Hazerfen Ahmed Çelebi : ( 17 yüzyıl ) Havada uçan ilk Türk. Planörcülüğün öncüsü.
Huneyn Bin İshak : ( 809 – 873 ) Göz doktorlarına öncülük yapan bilgin.
İbni Avvam : ( 8 yüzyıl ) Tarım alanında ortaçağ boyunca kendini kabul ettiren bilgin.
İbni Battuta : ( 1304 – 1369 ) Ülke ülke , kıta kıta dolaşan büyük bir seyyah.
İbni Baytar : ( 1190 – 1248 ) Ortaçağın en büyük botanikçisi ve eczacısıdır.
İbni Cessar : ( ? – 1009 ) Cüzzam hastalığının sebeb ve tedavilerini 900 sene önce açıklayan müslüman doktor.
İbni Ebi Useybia : ( 1203 – 1270 ) Tıp Tarihi hakkında eşsiz bir eser veren doktor.
İbni Fazıl : ( 739 – 805 ) 12 asır önce ilk kağıt fabrikasını kuran vezir.
İbni Firnas : ( ? – 888 ) Wright kardeşlerden önce 1000 sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştiren alim.
İbni Haldun : ( 1332 – 1406 ) Tarihi ilim haline getiren sosyolojiyi kuran mütefekkir. Psikolojiyi tarihe uygulamış, ilk defa tarih felsefesi yapan büyük bir islam tarihçisidir. Sosyolog ve şehircilik uzmanı.
İbni Hatip : ( 1313 – 1374 ) Vebanın bulaşıcı hastalık olduğunu ilmi yoldan açıklayan doktor.
İbni Havkal : ( 10 yüzyıl ) 10 asır önce ilmi değeri yüksek bir coğrafya kitabı yazan alim.
İbni Heysem : ( 965 – 1051 ) Optik ilminin kurucusu büyük fizikçi. İslam dünyasının en büyük fizikçisi, batılı bilginlerin öncüsü, göz ve görme sistemlerine açıklık kazandıran alim. Galile teleskopunun arkasındaki isim.
İbni Karaka : ( ? – 1100 ) Dokuzyüz yıl önce torna tezgahı yapan bilgin.
İbni Macit : ( 15 yüzyıl ) Ünlü bir denizci ve coğrafyacı. Vasco da Gama onun bilgilerinden ve rehberliğinden istifade ederek hindistana ulaştı.
İbni Rüşd : ( 1126 – 1198 ) Büyük bir doktor, astronom ve matematikçidir.
İbni Sina : ( 980 – 1037 ) Doktorların sultanı. Eserleri Avrupa üniversitelerinde 600 sene temel kitap olarak okutulan dahi doktor. Hastalık yayan küçük organizmalar, civa ile tedavi, pastör’ e ışık tutması, ilaç bilim ustası, dış belirtilere dayanarak teşhis koyma, botanik ve zooloji ile ilgilendi, Fizikle ilgilendi, jeoloji ilminin babası.
İbni Türk : ( 9 yüzyıl ) Cebirin temelini atan islam bilgini.
İbni Yunus : ( ? – 1009 ) Galile’den önce sarkacı bulan astronom.
İbni Zuhr : ( 1091 – 1162 ) Endülüsün en büyük müslüman doktorlarından asırlarca Avrupa’da eserleri ders kitabı olarak okutuldu.
İbnünnefis : ( 1210 – 1288 ) Küçük kan dolaşımını bulan ünlü islam alimi.
İbrahim Efendi : ( 18 yüzyıl )Osmanlılarda ilk denizaltıyı gerçekleştiren mühendis.
İbrahim Hakkı : ( 1703 – 1780 ) Büyük bir sosyolog, psikolog, astronom ve fen adamı. En ünlü eseri marifetnâme, Burçlardan, insan fizyoloji ve anatomisinden bahsetmiştir.
İdrisi : ( 1100 – 1166 ) Yedi asır önce bügünküne çok benzeyen dünya haritasını çizen coğrafyacı.
İhvanü-s Safa : ( 10 yüzyıl ) çeşitli ilim dallarını içine alan 52 kitaptan meydana gelen bir ansiklopedi yazan ilim adamı. Astronomi , Coğrafya, Musiki, Ahlâk, Felfese kitapları yazmıştır.
İsmail Gelenbevi : ( 1730 – 1791 ) 18 yüzyılda osmanlıların en güçlü matematikçilerinden.
İstahri : ( 10 yüzyıl ) Minyatürlü coğrafya kitabı yazan bilgin.
Kadızade Rumi : ( 1337 – 1430 ) Çağını aşan büyük bir matematikçi ve astronomi bilgini. Osmanlının ve Türklerin ilk astronomudur.
Kambur Vesim : ( ? – 1761 ) Verem mikrobunu Robert Koch’dan 150 sene önce keşfeden ünlü doktor.
Katip Çelebi : ( 1609 – 1657 ) Osmalılarda rönesansın müjdecisi coğrafyacı ve fikir adamı.
Kazvini : ( 1203 – 1283 ) Ortaçağın Herodot’u müslümanların Plinius’u , astronom ve coğrafyacı bilgin.
Kemaleddin Farisi : ( ? – 1320 ) İbni Heysem ayarında büyük islam matematikçisi, fizikçi ve astronom.
Kerhi : ( ? – 1029 ) İslam Matematikçilerinden.
Kindi : ( 803 – 872 ) İbni Heysem’e kadar optikle ilgili eserleri kaynak olan bilgin. Fizik, felsefe ve matematik alanında yaptığı hizmetleri ile tanınmıştır.
Kurşunoğlu Behram : ( 1922 – 2003 ) Genelleştirilmiş izafiyet teorisini ortaya atan beyin güçlerimizden. Halen prof. Behram Kurşunoğlu Amerika da florida üniversitesinde teorik fizik merkezinde başkanlık yapmaktadır
Lagarî Hasan Çelebi : ( 17 yüzyıl ) Füzeciliğin atası, osmanlılarda ilk defa füze ile uçan bilgin.
Macriti : ( ? – 1007 ) Matematikte başkan kabul edilen Endülüslü Matematikçi ve astronom.
Mağribi : ( 16 yüzyıl ) Çağının en büyük matematikçilerinden . Mağribinin eseri olan Tuhfetü’l Ada isimli kitabında üçgen, dörtgen, daire ve diğer geometrik şekillerinin yüz ölçümlerini bulmak için metodlar gösterilmiştir.
Maaşallah : ( 72? – 815 ) Meşhur islam astronomlarındandır. Usturlabla İlgili ilk eseri veren bilgindir.
Mes’ûdi : ( ? – 956 ) Kıymeti ancak 18. 19. Yüzyıllarda anlaşılan büyük tarihçi ve coğrafyacı. Mesudi günümüzden 1000 sene önce depremlerin oluş sebebini açıklamıştır. Mesûdinin eserlerinden yel değirmenlerinin de müslümanların icadı olduğu anlaşılmıştır.
Mimar Sinan : ( 1489 – 1588 ) Seviyesine bugün dahi ulaşılamayan dahi mimar. Mimar Sinan tam manası ile bir sanat dahisidir.
Muhammed Bin Musa : ( 9 yüzyıl ) Dünyanın Çevresini ölçen 3 kardeşten biri. Matematikçi ve astronom.
Mürsiyeli İbrahim : ( 15 yüzyıl ) Piri reisten 52 sene önce bugünkü uygun Akdeniz haritasını çizen haritacı. Günümüzden 500 sene önce kadar önce yaşamıştır.
Nasirüddin Tusi : ( 1201 – 1274 ) Trigonometri sahasında ilk defa eser veren, Merağa rasathanesini kuran, matematikçi ve astronom.
Necmeddinü-l Mısri : ( 13 yüzyıl ) Çağının ünlü astronomlarından.
Ömer Hayyam : ( ? – 1123 ) Cebirdeki binom formülünü bulan bilgin. Newton veya binom formülünün keşfi ömer hayyama aittir.
Piri Reis : ( 1465 – 1554 ) 400 sene önce bu günküne çok yakın dünya haritasını çizen büyük coğrafyacı. Amerika kıtasının varlığını kristof kolomb ‘dan önce bilen ünlü denizci.
Razi : ( 864 – 925 ) Keşifleri ile ün salan asırlar boyunca Avrupa’ya ders veren kimyager doktor ünlü klinikçi. Devrinin En büyük bilgini İbni Sina ile aynı ayarda bir bilgin.
Sabit Bin Kurra : ( ? – 901 ) Newton’ dan çok önce diferansiyel hesabını keşfeden bilgin. Dünyanın çapını doğru olarak hesaplayan ilk islam bilgini. Matemetik ve astronomi alimi.
Sabuncu Oğlu Şerefeddin : ( 1386 – 1470 ) Fatih devrinin ünlü doktor ve cerrahlarındandır. Deneysel fizyolojinin öncülerindendir.
Seydi Ali Reis : ( ?-1562 ) Ünlü bir denizci, matematik ve astronomi alimidir.
Şemsettin Halili : ( ?-1397 ) Büyük bir astronomi bilginidir.
Şihabettin Karafi : ( ? – 1285 ) orta çağın en büyük fizikçi ve hukukçularından.
Takiyyüddin Er Rasit : ( 1521 – 1585 ) İstanbul rasathanesi ilk kuran çağından çok ileride asrın önde gelen astronomi alimidir.
Uluğ Bey : ( 1394 -1449 ) Çağının en büyük astronomu ve trigonometride yeni çığır açan ünlü bir alim ve hükümdar.
Zehravi : ( 936 -1013 ) 1000 sene önce ilk çağdaş ameliyatı yapan böbrek taşlarının nasıl çıkarılacağını ve ilk böbrek ameliyatını gerçekleştiren bilim adamı..
Zerkali : ( 1029 – 1087 ) Keşif ve hizmetleri ile ün salmış astronomi alimidir.