Sözlükte “hızlı bir şekilde ve gizlice söylemek, işaret etmek, ilham etmek” anlamındaki vahiy (vahy) terim olarak “Allah’ın bir emri, bir hükmü veya bilgiyi peygamberine gizli olarak bildirmesi” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vḥy” md.). Vahiy kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de yetmişi aşkın yerde fiil kalıplarıyla, altı yerde de “vahy” şeklinde geçer ve bu âyetlerin çoğunda Allah’a, bunun dışında şeytana ve yardımcılarına nisbet edilir. Allah’a izâfe edilen vahyetme fiili peygamberler yanında Hz. Mûsâ’nın annesinde olduğu gibi insanlara, meleklere, arılara, yer küresine ve göklere yöneliktir. Şeytanlara atfedilen vahiy sözlük anlamındadır ve şeytanın kendi dostları olan insanlara ve cinlere, peygamberlerle müminlere düşmanlık etmeleri için gizlice telkinde bulunmasını ifade eder (el-En‘âm 6/112, 121). Bazı âyetlerde (en-Nahl 16/2; el-Mü’min 40/15) peygamberlere indirilen vahyin “ruh” diye anılmasının sebebi vahyin insanları, mecazi mânada ölüm demek olan bilgisizlik ve imansızlıktan kurtarıp onların gerçeği bulmasına yardım etmesi hikmetine bağlıdır. Özellikle Kur’an vahyine, insanın dünya hayatının kaynağını teşkil eden unsura benzetilerek mecazi anlamda ruh denilmiştir (eş-Şûrâ 42/52; Fahreddin er-Râzî, XXVII, 190). Vahiy meleği Cebrâil için “er-rûhu’l-emîn” isminin kullanılmasını mânevî hayatla ilgili vahiy getirmesiyle açıklamak mümkündür. Hz. Îsâ’nın ruh şeklinde nitelendirilmesi de aynı sebeple izah edilebilir (a.g.e., XIX, 210-220).
Kur’an’da Allah’ın insanlara emirlerini tebliğ etme vasıtaları vahyetme, perde arkasından hitap etme ve elçi gönderip sözlerini bildirme şeklinde üçe ayrılır (eş-Şûrâ 42/51). 1. Vahiy yoluyla konuşma, bir elçi bulunmadan peygamberin kalbine gizli bir işaretle ilâhî kelâmın bırakılıp öğretilmesiyle gerçekleşir. Bu tür vahiyde peygamber ilâhî kelâmı uyanıkken ruhî bir tecrübe yaşayarak alır. Allah’ın bu tarzdaki tebliği peygamberlere has olmayıp dilediği insanın kalbine ilham vermesini ve sâlih kullarına sâdık rüya göstermesini de kapsar (Elmalılı, V, 4255; Mustafa Abdürrâzık, s. 54). 2. Perde arkasından konuşmanın bazı nesnelerde veya insandaki duyma merkezinde söz yaratıp işittirme yoluyla gerçekleşeceği düşünülmüştür. Allah’ın Hz. Mûsâ ile konuşmasının (el-Kasas 28/30) bu şekilde vuku bulduğu kabul edilir. 3. Elçi gönderip tebliğde bulunma yoluyla konuşmada ise Allah melek vasıtasıyla peygamberlerine dilediğini bildirir. Bu tür vahiy aynı zamanda Allah’ın bütün insanlara yönelik hitabı sayılır (Elmalılı, V, 4255-4256).
Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiğine göre Allah Teâlâ’nın peygamberlere vahyetmesi ilk insan Hz. Âdem’le başlamıştır. Âdem’in ardından Nûh’a ve sonraki peygamberlere, nihayet Hz. Muhammed’e vahyetmiş ve onu bütün insanlara son peygamber olarak göndermiştir (en-Nisâ 4/163; el-Ahzâb 33/40). Kur’an’da geçmiş peygamberlere indirilen vahiy konusunda herhangi bir açıklama yer almazken Hz. Muhammed’e gelen vahye dair bazı bilgiler verilmiştir. Buna göre Allah katında “korunmuş bir kitap”tan vahyedilen Kur’an’ın aslı levh-i mahfûzdadır (ez-Zuhruf 43/4; el-Vâkıa 56/77-78; el-Burûc 85/22). Kur’an Kadir gecesinde nâzil olmuştur (ed-Duhân 44/3; el-Kadr 97/1-3). Allah katında değerli, itibarlı, güçlü, saygın ve güvenilir bir elçi olan Cebrâil’in tebliğ ettiği kelâmdır (et-Tekvîr 81/19-23). Önceki peygamberlerden farklı şekilde Cebrâil, Kur’an âyetlerini Resûlullah’a bir defada değil zihnine ve kalbine yerleşmesi için parça parça apaçık bir şekilde okuyup tebliğ etmiştir (el-Furkān 25/32). Bunun yanında âyetler Cebrâil tarafından Resûl-i Ekrem’e okunduğu sırada o, gelen vahyi tamamen kavrayıp bir daha unutmamak için acele ile tekrara başlamış, bunun üzerine Cebrâil’in okuması bitmeden kendisinin okumaya başlamaması hususunda uyarılmış (el-Kıyâme 75/16-19) ve Kur’an’ın Allah tarafından onun hâfızasına yerleştirileceği bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in bu özel durumu vahiy ürünü diğer ilâhî metinlerin hiçbirine nasip olmamıştır. Ayrıca ramazan aylarında Cebrâil o zamana kadar inen âyetleri Resûlullah’a okur, o da bunları Cebrâil’e tekrarlardı (bk. ARZA). Bütün insanlara, geçmiş peygamberlere indirilen vahiyleri doğrulayan son vahye inanıp bağlanmaları emredilmiştir (el-Bakara 2/136-137; Âl-i İmrân 3/84-85). Kur’an’da peygamberlerin Allah’tan vahiy aldığına dair delillere de temas edilmiştir. Çeşitli dönemlerde yaşayan peygamberlere indirilen vahiylerin birbirini doğrulaması (Âl-i İmrân 3/81; el-En‘âm 6/92; Fâtır 35/31), bunların insanlarca bilinmesi imkânsız gayba dair bilgiler vermesi (Âl-i İmrân 3/44), bireylerin ve toplumların hidayet yolunda ilerlemesini sağlaması, âyetlerin benzerlerinin insanlarca ortaya konulamaması (Hûd 11/13-14; el-İsrâ 17/89-90; el-Kasas 28/49-50), peygamberlerin yalnızca Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşen mûcizeler göstermesi (el-İsrâ 17/101-102; en-Neml 27/12), vahyi inkâr edenlerin helâk edilmesinin ardından onlardan bazı işaretlerin kalması (el-Ankebût 29/14-15, 33-35; el-Kamer 54/12-15) bu deliller arasında zikredilir. Açık delillere rağmen vahyin Allah tarafından gönderildiğini inkâr edenler ve onu alaya alanlar kâfir olarak nitelendirilmiş ve cehenneme atılacakları bildirilmiştir (en-Nisâ 4/140; el-Müddessir 74/24-26).
Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberler dışında bazı insanlara da vahiy gönderildiği belirtilir. Bunlardan biri Hz. Mûsâ’nın annesidir (el-Kasas 28/7). Müfessirlerin çoğunluğu Cenâb-ı Hakk’ın Mûsâ’nın annesine indirdiği vahye ilham anlamı vermekle birlikte bu vahyin Hz. Îsâ’nın annesi Meryem’e olduğu gibi Cebrâil vasıtasıyla gönderilebileceğini düşünenler de vardır. Çünkü Allah’ın melek aracılığıyla kelâmını tebliğ ettiği insanın mutlaka peygamber olması şart değildir (Âlûsî, XVI, 187; Mustafa Abdürrâzık, s. 50). Cenâb-ı Hak Hz. Îsâ’nın havârilerine de vahiy indirmiş ve onlardan kendisine ve peygamberine iman etmelerini vahyetmiş, onlar da iman ettiklerini söylemiştir (el-Mâide 5/111). Havârilere gelen bu vahyi, Cenâb-ı Hakk’ın kalplerine murat ettiği mânaları koyması şeklinde yorumlayan ve bunu ilhamla özdeşleştiren âlimler de vardır. Kādî Beyzâvî ise bu tür vahyi Allah’ın Hz. Îsâ vasıtasıyla onlara iman etmeyi emretmesi şeklinde yorumlar (Fahreddin er-Râzî, XX, 70; Beyzâvî, I, 365; Mustafa Abdürrâzık, s. 51). Kur’an’da meleklere vahyedilmesinden de söz edilir. Nitekim bir âyette Cenâb-ı Hakk’ın meleklere müminlere savaşma azmi telkin etmelerini vahyettiği belirtilir (el-Enfâl 8/12). Bu vahiy levh-i mahfûzdaki yazıların meleklerce okunması tarzında da yorumlanmıştır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vḥy” md.). Arıya, yer küresine ve göklere olan vahiylere ise “ilham ve emir” anlamı verilmiştir (en-Nahl 16/68; Fussılet 41/11-12; ez-Zilzâl 99/1-5; Fahreddin er-Râzî, XX, 69-70; Âlûsî, XIV, 181). Hadis kitaplarında vahiy konusuyla ilgili çok sayıda rivayet yer almıştır. A. J. Wensinck’in el-Muʿcem’inde bu rivayetler beş sütunluk bir hacmi aşar (VII, 162-165). Hadislerde, vahye dair Kur’an’daki beyanlara paralel açıklamaların yanı sıra özellikle Resûlullah’ın Kur’an dışı vahiyleri de yer almaktadır. Bu arada siyer kitaplarında Hz. Peygamber’e vahyin nüzûlü sırasında kendisinde bazı özel hallerin görüldüğü gibi meselelere temas edilir.
İslâm âlimleri vahyin aklen mümkün ve gerekli olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Zira Allah’tan vahiy aldıklarını söyleyen peygamberler iddialarını kanıtlamak için sadece O’nun yaratmasıyla gerçekleşebilen mûcizeler göstermiştir. Bunun yanında aklî deliller de ileri sürülmüştür. Vahiy ürünü bilgilerin insan ve evren için gönülleri ve zihinleri tatmin eden bir yorum içermesi, düzenli ve temiz bir yaşayışı amaçlayan hidayet verici nitelikler taşıması, vahiyden yoksun olan toplumların insanları bunalımdan kurtaracak bir sistem ortaya koymaktan âciz kalması bu bilgilerin bir temele dayandığına işaret etmektedir. Farklı kabiliyetlere sahip insanlar arasından bir topluluğun diğerlerinin idrak edemediği gayb âlemiyle irtibat kurması aklen mümkündür, bu durum tarihin şahitliğiyle de sabittir (Fahreddin er-Râzî, XIX, 221; Muhammed Abduh, s. 163-168; Reşîd Rızâ, VII, 612-613; XII, 208-209). Âlimlerin çoğunluğu vahyin sadece peygamberlere verildiğini, diğer insanlarla ilgili vahyin ilham mânasında olduğunu kabul eder. Ancak velîlere de vahiy geldiğini savunan âlimler de vardır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vḥy” md.; Fahreddin er-Râzî, XX, 70; Elmalılı, V, 4259).
Vahiy türleri naslardan hareketle şöyle sıralanmıştır: 1. Sâdık rüya. Allah’ın doğrudan veya melek vasıtasıyla rüyada peygamberlere ve sâlih insanlara bildirdiği vahiy, 2. Allah’ın perde arkasından peygamberlere hitap yoluyla indirdiği vahiy. Bu tür vahiyler kalp ile değil kulakla algılanır. Tûr dağında Hz. Mûsâ’nın yanı sıra mi‘racda Hz. Muhammed’e de bu tür vahiy gelmiştir. 3. Allah’ın peygamberlerin kalbine ilkā ettiği vahiy. Kutsî hadisler bu tür vahiylerdendir. Resûlullah’ın kalbine sözsüz telkin edilen mânalar ise diğer hadisleri teşkil eder (M. Abdülazîm ez-Zürkānî, I, 44). 4. Cebrâil’in aslî sûretinde Peygamber’e görünerek tebliğ ettiği vahiy. Hz. Muhammed’e Hira dağında ve mi‘rac esnasında me’vâ cenneti yanındaki sidretü’l-müntehâda iken gelen vahiy bu türdendir. 5. Cebrâil’in kendisi görünmeden Resûl-i Ekrem’e tebliğ ettiği vahiy. Bu tür vahiy Resûlullah’a çan sesine veya arı vızıltısına benzer sesler aracılığıyla gelmiştir. 6. Cebrâil’in insan şekline girerek tebliğ ettiği vahiy. Cebrâil ashaptan Dihye b. Halîfe el-Kelbî sûretinde Hz. Peygamber’in yanına gelerek ona vahiy tebliğ etmiştir. Bu tür vahiylere açık (zâhir/celî) vahiy denir. Ayrıca âlimlerin yaptığı ictihadlar da ilham mânasında bir tür vahiy kabul edilmiş ve buna gizli (bâtın/hafî) vahiy denilmiştir (Ahmed b. Muhammed el-Kastallânî, I, 58-60; Âlûsî, XVII, 184; Elmalılı, V, 4256-4260).
Vahyin peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilmesinin gerekliliği âlimler arasında tartışma konusu olmuştur. Kelâmcılar özellikle Resûl-i Ekrem’e tebliğ edilen vahyin bütün insanları kapsadığını, belli bir kişiye veya zümreye tahsis edilen vahyin bulunmadığını kabul eder. Ancak aşırı Şiîler, Hz. Ali ve Ehl-i beyt hakkında Resûlullah aracılığıyla özel vahyin geldiğini iddia etmiş, daha sonra Sûfiyye’ye mensup bazı âlimler de Ebû Hüreyre’den nakledilen bir rivayete dayanarak Hz. Peygamber’den biri açıklanması, diğeri gizlenmesi gereken iki tür vahiy öğrenildiğini ileri sürmüştür. Ancak Ebû Hüreyre’den nakledilen, “Eğer Peygamber’den öğrendiğim bazı bilgileri açıklasaydım boynum vurulurdu” şeklindeki rivayetin bu görüşe ilişkin delil kabul edilmesi isabetsiz bulunmuştur. Çünkü Ebû Hüreyre’nin açıklayamayacağını söylediği bilgiler, dinde fitne ve fesadın ortaya çıkacağı daha sonraki dönemlerde gerçekleşecek zalimane uygulamalara işaret etmektedir, bunların ise Sûfiyye’nin savunduğu ilm-i bâtınla bir ilgisi yoktur (Reşîd Rızâ, VI, 470-472).
Vahyin Niteliği. Âlimler bu konuda farklı görüşler ileri sürmüştür. 1. Vahiy Allah’a ait kelâmdır, ilâhî zâtta mevcut mânaların lafza dökülmüş şeklidir ve Cebrâil vasıtasıyla peygamberlere indirilmiştir. Peygamberin ruhuyla irtibat kurup ona Allah’tan aldığı lafızları öğreten Cebrâil vahyi doğrudan Allah’tan alabileceği gibi levh-i mahfûzdan da alabilir. Asıl ilâhî kelâm Allah’ın zâtındaki mânalardır, harf ve seslerden meydana gelen lafza mecazen kelâm denilmiştir (Ebû Hanîfe, s. 71). Bazı filozoflarca öne sürülen iddianın aksine vahiy peygamberlerin ruhunda bulunan beşerî bilgiler değildir. Zira peygamberler, zihin harici bir varlığı olduğunu gördükleri Cebrâil’in iradeleri dışında kendileriyle irtibat kurduğunu ve bu şekilde zaruri bilgilere sahip kılındıklarını söylemişlerdir. Cebrâil vahyin öznesi değil sadece ileticisidir. Onun ilâhî vahyi peygamberin kalbine bırakmasının mahiyetini bilmek mümkün değilse de bu durum yazının bir yüzeye yazılmasına benzetilebilir. Peygamberler vahyi beşer üstü bir nitelikle değil beşerî yapılarıyla algılar. İslâm âlimlerinin çoğunluğu bu görüştedir (Mâtürîdî, VIII, 140-143; XVI, 151-152; İbn-i Fûrek, s. 64-67; Şehristânî, s. 454-455). Peygamberlerin melek konumuna çıkarılmak suretiyle Cebrâil’den vahiy aldığını söyleyen İbn Haldûn ve Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî gibi âlimler de vardır (Mustafa Abdürrâzık, s. 64-65).
2. Vahiy, soyut bir cevher olan insandaki nefs-i nâtıkanın faal akılla mânevî ilişki (ittisâl) kurmasıdır. Bu ilişkinin ardından bir aynadaki görüntülerin diğer aynaya yansıması gibi peygamberin ruhuna olayların sûretleri yansır. Peygamberler faal akılla irtibat kurarak akıl yürütmekle üretilemeyen bilgilere ulaşırlar. Ruhlarında maddeyi etkileme gücü bulunduğundan mûcize gösterebilir, melekleri görebilir, sözlerini duyabilir ve bunları lafızlara dökerler. Ancak peygamberlerin meleği görmeleri ve sesini duymaları tamamen psikolojik olup duyularla ilişkili değildir. Vahiy, peygamberlerin muhayyile gücüyle ortaya koydukları sembolik temsillerden meydana gelir. İbn Sînâ bu fikirdedir (a.g.e., s. 72-73). Molla Sadrâ da peygamberlerin, meleği zihinsel formda ve tasavvurî şekilde görmek suretiyle ondan bilgi aldıklarını söyler (Fazlur Rahman, The Philosophy, s. 186). İbn Haldûn, peygamberlerin neredeyse meleklerle aynı tür varlık haline gelmesini sağlayan ruhî bir kabiliyete sahip olduklarını ve bu sayede onlarla irtibat kurduklarını belirterek vahyi “melekten alınmış bilgi” şeklinde açıklar ve bazı yönlerden İbn Sînâ’nın görüşüne yaklaşır (Muḳaddime, III, 980-983). Modern dönemde Muhammed Abduh ile Reşîd Rızâ da İbn Haldûn’a yakın görüşleri benimsemiş (Tefsîrü’l-Menâr, II, 14) Fazlurrahman ise İslâm filozofları ile kelâmcıların vahiy telakkisini uzlaştırmayı amaçlayan bir anlayışı kabul etmiştir. Ona göre Cebrâil’le ilişkilendirilen ruh peygamberin zihninde (kalbinde) gelişen ve faal konuma yükselen bir melekedir. Bu ruh fiziksel değil zihinseldir, ondan işittiği sesler de yalnızca mânalardan ibaret olup bunları lafza döken peygamberlerdir. Vahyin peygamberin iç dünyasında belirmesi kendi isteği dışında gerçekleşir. Meleğin, vahiyleri peygamberin bilinç altına koyup oradan bilinç üstüne çıkarması mümkündür (Arpaguş, s. 164-179).
3. İnsan, bedenin baskısından kurtularak nefsini günah kirlerinden temizleyip rabbine yönelince ruhunda Allah’ın hükümranlığına ilişkin bir nur ortaya çıkar. Bu mârifet nuru cevher haline gelip kutsal ruh vasfını kazanır. Bu nur sayesinde kişide evrenin sırları tecelli eder ve Allah’tan ona bilgiler gelir. Nurun etkisi arttıkça insan meleği görür ve ondan ilâhî sözler alır. Velîler meleği görmeden, peygamberler onu görerek bilgi alırlar. Vahiy peygamberlere yazılı metinler halinde de gelebilir. Nitekim Hz. Mûsâ’ya yazılı kitap (elvâh) indirilmiş, velîlerden Ahmed b. Hanbel’e, öğrencilerinden Bakī b. Mahled’e, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin bazı öğrencilerine yazılı vahiy gelmiştir. Fakat velîlere gelen vahiy ilham kaynaklı bir vahiy olup dinî hükme dayanak teşkil etmez. Sûfiyye’ye bağlı âlimler bu görüştedir (Şa‘rânî, II, 83-84; Sâlih Uzayme, s. 426-429; Mustafa Abdürrâzık, s. 74-76). Burada Sûfiyye mensuplarıyla İslâm filozoflarının vahiy anlayışları arasında benzerliğin bulunduğu görülmektedir. Şu farkla ki İslâm filozoflarına göre yüce âlem soyut akıllar ve nefislerden oluşmakta ve dokuzuncu feleğin aklı Cebrâil’e tekabül etmektedir; insandaki ruh onunla ilişki kurabilecek kabiliyette olup vahiy bu ilişkinin ürünüdür. Sûfiyye mensuplarına göre ise vahiy yüce âlemden insan ruhuna akan bilgilerdir.
Literatürde yer alan tartışmalı konulardan biri de Kur’an dışındaki vahiy meselesidir (vahy-i gayr-i metlüv). Başta Sünnîler olmak üzere âlimlerin büyük çoğunluğuna göre Hz. Peygamber’e Kur’an dışında da vahiy gelmiştir. İmam Mâtürîdî, Resûlullah’a tebliğ edilen vahyi üç gruba ayırır. 1. Kur’an vahyi. Resûl-i Ekrem’e gelen vahiyden öncelikle bu vahiy anlaşılır. 2. Beyan vahyi. Hz. Peygamber’e Cebrâil vasıtasıyla veya Allah’ın dilediği başka bir şekilde tebliğ edilip Kur’an’daki helâl ve haramları açıklayan vahiydir. 3. İlham ve ifham vahyi. İnsanlar hakkında Allah’ın bildirdiği şekilde hüküm vermenin gerekliliğinden söz eden âyetin (en-Nisâ 4/105) işaret ettiği vahiydir. Resûlullah’ın dinî konularda yaptığı açıklamalara ilişkin olarak Allah’tan gelen ve doğruyu hissettiren ilhamlardan meydana gelir (Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, XIII, 251-252; krş. Reşîd Rızâ, V, 279). Hz. Peygamber’e Kur’an dışında vahyin geldiğini gösteren delillerden biri de Kur’an’ın yanı sıra hikmetin de indirildiğini ve kendisine daha önce bilmediği şeylerin öğretildiğini açıklayan âyetlerdir (meselâ bk. en-Nisâ 4/113). Sünnete sımsıkı sarılmayı emreden hadisler de bu konudaki delillerden sayılır. Buna göre hikmet sünnete tekabül eder. Ayrıca bazı ibadetlerin ayrıntıları da sünnetle sabittir (Müsned, I, 51; III, 59; Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6; Müslim, “Mesâcid”, 166; Şâfiî, s. 153-154). Meselâ Kur’an’da kıblenin Mescid-i Harâm’a çevrildiği bildirilmekteyse de (el-Bakara 2/144, 149) bundan önceki kıblenin Mescid-i Aksâ olduğuna dair açıklama yer almaz. Resûl-i Ekrem’e Kur’an dışında vahiy indirilmesi, onun dünyevî konularda vahiyden bağımsız şekilde ictihad yapmadığı ve beşerî söz söylemediği anlamına gelmez. Resûlullah’ın dünya hayatını ilgilendiren hususlarda ictihad yaptığı, savaşa katılmak istemeyen münafıklara izin vermesinin isabetli görülmediğini beyan eden âyetlerden de anlaşılmaktadır (et-Tevbe 9/43; Fahreddin er-Râzî, IV, 651).
Hz. Peygamber’e Kur’an dışında vahyin gelmediğini ileri süren âlimler bazı hadislere ve Hz. Ali ile İbn Abbas’a atfedilen görüşlere dayanır. Buna göre Resûl-i Ekrem ashabına kendisinden sonra, ona bağlı kaldıkları sürece asla sapıklığa düşmeyecekleri bir emaneti, Allah’ın kitabını bıraktığını belirtmiş, Hz. Ali ve İbn Abbas da ellerinde Kur’an’dan başka bir vahiy ürününün bulunmadığını söylemiştir. Bunun yanında kaynaklarda Resûlullah’ın gaybı bilmediğine ilişkin pek çok rivayet mevcuttur. Çağdaş hadisçilerden Mehmed Said Hatiboğlu bu görüştedir (bk. bibl.). Ancak bunun isabetli bir görüş olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber’in bütün müslümanlar için güzel bir örnek teşkil ettiği bildirilmiş (el-Ahzâb 33/21), ona itaat Allah’ın rızasına ve bağışlamasına kavuşmanın şartı olarak zikredilmiş (Âl-i İmrân 3/31-32), ayrıca kendisine Kur’an’ı açıklayıp öğretme görevi verilmiştir (en-Nahl 16/44, 64). Resûlullah güzel örnek olma, hidayete erdirme (eş-Şûrâ 42/52) ve ilâhî vahyi beyan etme görevlerini yine vahiy ürünü olan sünnet çerçevesinde yerine getirmiştir.
Sonuç olarak vahyin mahiyetinin kavranması ve gerçekleşme şeklinin bilinmesi insan için mümkün değildir. Ancak Resûl-i Ekrem’in sâdık rüyaları vahye benzetmesinden hareketle onu bir tür ruhî-mânevî idrak şeklinde kabul etmek mümkündür. Nitekim Gazzâlî ve İbn Haldûn gibi düşünürler, insanlara ulvî âlemdeki vâkıaların teyit ettiği sâdık rüyalar aracılığıyla bazı bilgilerin geldiğini ve bunların ulvî âlemin varlığına açık kanıtlar teşkil ettiğini söyler. İnsanların elinde bulunan kutsal metinler de vahiy olgusunun somut delilleridir. Dinî açıdan vahyin imkânı ise açıktır ve dinî bilgilere göre vahiy meleği Cebrâil, Allah’ın yarattığı ruhanî bir varlıktır. Bundan dolayı adı Rûhulkudüs ve Rûhulemîn’dir. İnsandaki ruh da kendisine Cebrâil vasıtasıyla üflenmiştir. Dolayısıyla Kur’an’da “Allah’ın ruhu” diye nitelendirilen Cebrâil’in (Meryem 19/17) Allah’ın emriyle insana üflenen ruhla ilişki kurması mümkündür. Önceki ilâhî kitaplar tahrife uğrayıp asıl şekillerini kaybederken Kur’ân-ı Kerîm aslî şekliyle kalmıştır. Çünkü Kur’an, Hz. Peygamber daha hayatta iken yazılı metin haline getirilmiş, ezberlenip okunmuş ve aynı yöntemlerle günümüze kadar gelmiştir. Öte yandan Kur’an, önceki ilâhî kitapların esasları yanında insanlığın yeni ihtiyaçlarını karşılayacak bilgi ve hükümler de içerdiğinden eski kutsal kitaplara olan ihtiyacı ortadan kaldırmıştır.
Vahiy konusu tefsir ve kelâm kitaplarında incelenmiş, ayrıca bu alanda müstakil eserler de yazılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: M. Reşîd Rızâ, el-Vaḥyü’l-Muḥammedî (Kahire 1932); Arthur J. Arberry, Revelation and Reason in Islam (New York 1957); Abdülazîz es-Seâlibî, er-Risâletü’l-Muḥammediyye min nüzûli’l-vaḥy ilâ vefâtihî (Beyrut 1997); Ahmed Abdülvehhâb, el-Vaḥy ve’l-melâʾike fi’l-Yehûdiyye ve’l-Mesîḥiyye ve’l-İslâm (Kahire 1979); Ahmed Abdurrahman Îsâ, Küttâbü’l-Vaḥy (Riyad 1400/1980); Raûf Şiblî, el-Vaḥy fi’l-İslâm (Doha 1982); Hasan Ziyâeddin Itır, Vaḥyullah: Ḥaḳāʾiḳuh ve ḫaṣâʾiṣuh fi’l-Kitâb ve’s-Sünne (Mekke 1404/1984); Abdullah Abdülhay Ebû Bekir, el-Vaḥy fi’l-İslâm ve ibṭâlü’ş-şübühât ḥavleh (Mekke 1406/1986); Muhammed Seyyid Ahmed el-Müseyyir, er-Resûl ve’l-vaḥy (Dımaşk 1407/1987); Safvân Adnân Dâvûdî, Zeyd b. S̱âbit kâtibü’l-vaḥy ve câmiʿu’l-Ḳurʾân (Dımaşk 1990); Ahmed el-Meşrikī, el-Vaḥy ve’n-nübüvve fi’l-edyâni’s-semâviyye (Tunus 1993); Abdülhamîd İbrâhim Sarhan, el-Vaḥy ve’l-Ḳurʾân (Kahire 1993); Abdullah Cevâdî Âmülî, el-Vaḥy ve’n-nübüvve fi’l-Ḳurʾân (Beyrut 1994); W. Montgomery Watt, Modern Dünyada İslâm Vahyi (trc. Mehmet S. Aydın, Ankara 1982); Vehbi Toprak, Kur’an-ı Kerim’de Vahiy (yüksek lisans tezi, 1992, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Ali Toksarı, Delil Olma Yönünden Sünnet: Sünnet-Vahiy İlişkisi (Kayseri 1994); Muhsin Demirci, Kur’an Vahyinin Hz. Peygamber Devrinde Tesbiti (İstanbul 1994); Zülkarneyn Avcı, Kur’an’da ve Kitab-ı Mukaddes’te Vahiy (yüksek lisans tezi, 1994, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Ömer Mahir Alper, Akıl-Vahiy Felsefe-Din İlişkisi (İstanbul 2000); Abdülgaffar Aslan, Kur’an’da Vahiy (Ankara 2000); Reşad İlyasov, Kur’an-ı Kerim’e Göre Bilgi Kaynağı Olarak Vahiy (İstanbul 2002); Ahmet Yolcu, Hz. Peygamber’in Vahye Dayanmayan Davranışları (yüksek lisans tezi, 2005, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); Zeliha Bengisu Özarslan, Beşeri İdrak ve Vahyin Buluşma Noktası (yüksek lisans tezi, 2006, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); Aydın Işık, Bir Felsefi Problem Olarak Vahiy ve Mucize (Ankara 2006); Erkan Çakır, Vahye İtirazlar (doktora tezi, 2006, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Hülya Alper, İmam Mâtürîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi (İstanbul 2009); Ömer Kara, Vahiy Vakıa İlişkisi (İstanbul 2009); Mustafa Genç, Sünnet-Vahiy İlişkisi (İstanbul 2009).
Hz Peygamber(s.a.s)’e Vahyin İniş Süreci ve Tespiti
Hz. Peygamber (sas) ümmi idi. Okuma yazması yoktu. Zaten içinde bulunduğu toplum da okuma yazma oranı çok düşük olan bireylerden oluşmuştu. İslâm’ın geldiği zamanda Mekke’de yazı bilenlerin sayısı 15 ile 20 arasında değişkenlik arz ediyordu.
İlk vahiy Hz. Peygamber (sas)’e böyle bir ortamda geldi. Yani okuma ve yazması olmayan bir kişi olarak. Zaten bu durum ilk vahyin geldiği esnada Melek ile Hz. Peygamber (sas) arasında geçen diyalogda görülür. Meleğin “Oku!” hitabına karşın Allah Resûlü “Ben okuma bilmem.” karşılığını vermiştir.
İlk gelen Alak sûresinde (1-5. âyetleri) “Okuma-Yazma ve Bilgi” ifadeleri yer almaktadır; “1. Yaratan Rabbinin adıyla oku! 2. O, insanı bir embriyodan yarattı. 3. Oku! Rabbin, sonsuz kerem sahibidir. 4. Kalemle yazmayı öğretmiştir. 5. İnsana bilmediğini öğretmiştir.”Böylece yüce yaratıcı bilgiye ulaşmanın yolunu da göstermiştir: okumak ve yazmak.
Bu âyet-i kerimeler Allah (cc) tarafından Hz. Peygamber(sas)’e indirilen ilk vahiydir. Resûlullah(sas)’ın okuma ve yazma bildiğini gösterecek hiçbir kayıt yoktur. Cumhurun görüşüne göre O, hayatı boyunca ümmi olarak kalmıştır. Bu ilk vahiy O’nun ileride maarif sahasında yapacağı faaliyetlere dair işareti havidir.[2] Kur’ân-ı Kerim’in ilk inen âyetlerinden başlamak üzere 23 yıllık vahiy süreci bu minval üzere devam etmiştir.
Vahyin Tespiti Süreci:
Vahyin muhafazası iki yolla gerçekleşmiştir: Ezberleme ve yazıyla kayıt. Hz. Peygamber (sas) gelen vahiyleri öncelikle insanlara tebliğ ediyor, ardından bunu vahiy kâtiplerine yazdırıyordu. Yazılı kültüre uzak olan Araplar, güçlü ezberleme kabiliyetleri sayesinde nazil olan âyet ve sûreleri ezberlemekte bir sıkıntı çekmiyorlardı.[3]
Bilindiği gibi ilk vahiy Mekke’de gelmiştir. Öncelikle bu sürecin Mekke’de nasıl cereyan ettiğini bilmek gerekir. Evvelemirde Hz. Peygamber (sas) kendisine gelen vahyi ezberliyordu. Tebliğ görevinin bir gereği olarak da vahyi insanlara anlatıyor, kendisine inananlar da ezberliyor ve çevrelerindeki insanlara anlatarak ezberlemelerini sağlıyorlardı. Zaten ilk gelen sûre ve âyetler kısa idi. Böylelikle ilk yöntem olarak ezberleme yolu kullanılmıştır. Zaman içinde yazı devreye girmiştir. Mekke döneminde yazı kullanılmış mıdır? Bu sorunun cevabı şöyledir: Mekke döneminde vahiy yazıyla kayda geçirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim; “Furkan 25/5, Vakıa 56/79, Beyine 98/2 vd.” sûre ve âyetlerinde buna açıklık getirmiştir. Mekke döneminde yazma olayının kesin tarihi bilinmemekle beraber, Bi’setin 5. yılından itibaren vahyin yazı ile kaydının yapıldığı anlaşılmaktadır.[4] Buna Hz. Ömer’in Müslüman olması örnek gösterilir. Hz. Ömer kız kardeşinin evine gittiğinde, eniştesi ve kız kardeşine yazılı bir metinden Kur’ân öğretildiği gerçeği ortaya çıkmış ve okuma bilen Hz. Ömer bu metni okuyarak hidayete ermiştir.
İlk inen âyetlerde (Alak 96/1-5) öğrenim için “Kalem” ifadesine vurgu yapılmaktadır. Hz. Peygamber (sas)’in, Kur’ân’ı Kerim’i yazıyla tespit ettirme suretiyle korumaya alma hassasiyeti buradan gelmektedir.[5] Kur’ân-ı Kerim bu hususu yazılı nüshalar olarak Abese sûresi 80/11-16. âyetlerinde anlatır.
Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerim bir hayat rehberidir. İlk nazil olmasından itibaren tedrici bir süreçle tamamlanmıştır. Yerine göre de ihtiyaç zorunluluğu veya belli olayların yaşanmasıyla beraber nüzulü gerçekleşmiştir. Nazil olan sûre ve âyetlerde, hayata aksedilmesi gereken birçok ahkâm yer almaktaydı. Bunların insanlara ulaştırılması ve öğretilmesi önemliydi. Böylelikle vahiy, bir öğretim süreci de başlatmıştır. Bu hem ezber yöntemi hem de yazı ile gerçekleştirilmiştir. Hz. Peygamber (sas) Mekke döneminde, kendisine vahyedilen âyetlerin yazılmasına ve bu suretle korunmasına önem vermiştir. Âyetlerin çoğaltılarak dağıtılmasını teşvik etmiştir. Mekke döneminin ilk yıllarında Dârü’l-Erkam’ı bir eğitim-öğretim merkezi olarak kullanmıştır. Burada, Kur’ân âyetleri okunuyor, yazılıyor, dinî bilgiler öğreniliyor ve bu bilgilerin pratik uygulaması yapılıyordu. Müslüman olup da İslâm’ı öğrenmek isteyenler de buraya geliyorlardı. Hz. Peygamber (sas), hicretten iki yıl önce Mekke’ye gelip Akabe mevkiinde Müslüman olan Medinelilerin eğitimi ile de ilgilenmiş; onların isteği üzere Kur’ân’ı ve İslâm’ın prensiplerini öğretmek için Medine’ye öğretmen göndermiştir.[6]
Kaynaklarda yer alan bilgilerden şunu öğrenmekteyiz: Kur’ân-ı Kerim’in herhangi bir parçası indiğinde, Hz. Peygamber (sas) okuma-yazma bilen sahabilerden birini çağırıp ve daha önce inmiş âyet toplulukları içinde nereye yerleşeceğini belirttikten sonra, inen âyet ve âyetleri dikte ettirdiğini (Buharî, 66/4, Hadis No: 2) kaynaklarımız ittifakla belirtirler.[7]
Anlatımlara bakacak olursak, Hz. Peygamber (sas) ne zaman bir vahiy, yani Kur’ân’ın bir parçasını alacak olsa bunu, önce erkeklerden oluşan bir topluluğa okuyup anlatıyor ve sonra da kadınlardan oluşan ayrı bir topluluğa tebliğ ediyordu. Ancak bundan sonra yazıcılardan birini çağırıyor ve ona kendisine indirilmiş olan âyetleri kaydettirip yazı ile tespit ettiriyordu. Kâtip yazı işini bitirince, Resûlullah (sas) ona yazdığı âyet metnini yüksek sesle okumasını emrediyor ve böylece vahiy kâtibi yanlış, eksik veya fazla yazmış ise düzeltme imkânı hâsıl oluyordu.[8] Konuyu kâtiplerinden Zeyd b. Sabit şöyle anlatıyor: “Resûlullah bana yazdırıyor ve bitirince de yazdığım âyeti yine bana okutturuyordu. Şayet bir yanlış veya noksan bulursa bunu düzelttiriyordu. İşte bundan sonradır ki ben kalkıp bunu (âyeti) insanlara bildiriyordum.” (Heysemî, Mecme’uz-Zevâid, I, 152-III, 257)
Buradan anlıyoruz ki Hz. Peygamber (sas) konu üzerinde çok titizlik ve dikkatle durmaktaydı. Olayın başka bir yönü de şu şekilde gerçekleşmekteydi: Hz. Peygamber (sas) Kur’ân-ı Kerim’in, yetişmiş ve yetki verilmiş bir muallim-hocanın huzurunda öğrenilmesi için ısrar ediyordu. İlk hoca kendisiydi. Yetki verdiği insanlar ondan sonra geliyordu. Bu usul ve uygulama daha sonra İslâm cemiyetlerinde yer ederek günümüze kadar gelmiştir. Bu metot ile güdülen gaye, Kur’ân-ı Kerim’in bilhassa el yazması suretiyle çoğaltıldığı asırlarda, müstensih (çoğaltanların) hatalarına mani olmak gibi sebeplerden ibaretti. Bundan başka Resûlullah (sas), ramazan ayına mahsus olmak üzere, gündüzleri yüksek sesle, o güne kadar nazil olan âyetlerden oluşan Kur’ân metnini baştan sona kadar tilavet ediyordu. Sahâbîler ise yanlarına, kendilerine ait âyet nüshalarını alıp geliyorlar ve topluca girişilen bu mukabele (karşılaştırma) esnasında varsa kelime yanlışlarını, âyet ve sûre sıralarını O’nun okuduğuna göre tanzim edip düzeltiyorlardı. Bu yıllık karşılaştırmalar esnasında, vahiy meleği Cebrail’in de hazır bulunduğunu Resûlullah (sas) haber vermiş ve ömrünün sonuncu ramazanına rastlayan ay için: “Cebrail bana (bir tedbir olarak) bütün Kur’ân-ı Kerim’i baştan sona iki defa tilavet ettirdi ki ben bundan, kısa bir zaman içinde vefat edeceğimi anladım.” demiştir. Kur’an-ı Kerimin muhafazası için alınan tedbirler şunlardır: 1. İtinalı ve kontrol altında yazıyla tespit. 2. Yetkili bir Kur’ân-ı Kerim mualliminin yanında öğrenim görme. 3. Ezberleme (hıfz) 4. Yıllık mukabele. Vahiy Resûlullah (sas)’ın son nefesine kadar devam ettiği için sağlığında tedvini, yani kitap haline getirilmesi mümkün olamamıştır.[9]
Vahyin Korunmuşluğu:
Kur’ân-ı Kerim 114 sûre, 6.236 âyet, 77.934 kelime ve 323.671 harften oluşan kutsal bir metindir. Korunmuşluğunu yine kendisi ifade eder.[10] Hz. Peygamber (sas) zaten ilk baştan itibaren bütün maddi ve manevî önlemlerini almıştır. Hem hıfz hem de kitabetle zaman içinde kurumsal bir yapı oluşturmuştur.
Bu yolla, Kur’ân-ı Kerim metni, kesinlikle bozulmamış olarak korundu. Ne küçük bir kelime ne bir başlık değiştirildi. Doğru okunmasını ve ezberlenmesini kolaylaştırmak için yazılışına fonetik işaretler eklendi ve hat sanatı geliştirildi. Bugün elimizdeki Mushaflarda, âyetler vahiy meleğinin Peygamber(sas)’e öğrettiği sıradadır. Bundan başka Peygamber ve çağdaşlarının konuştuğu dil hâlâ yaşamaktadır. Milyonlar tarafından okunuyor, yazılıyor ve konuşuluyor. Grameri, sentaksı, deyimleri, edebi formların hepsi –ifade ortamı ve edebî güzellik vasıtaları- Peygamber (sas)’in zamanındakilerle aynı. Bütün bunlar Kur’ân’ı, benzeri olmayan bir insanlık kültürü vakıası haline getirmektedir.[11]
Kur’ân’ın korunmasıyla ilgili en önemli husus kendisiyle ibadet yapılmasıdır. Hz. Peygamber (sas) tamamı olmasa bile ezberlenmesi noktasında ısrar ediyordu.[12] Bununla birlikte tamamını ezberleyen birçok sahabe vardı. Bunu çeşitli vakıalarda, muallim olarak gönderilen hafız sahabelerin şehit olmalarından anlıyoruz. Yine Yemame[13]de şehit olan Hafız sahabeler de önemli bir delildir.
Hz. Peygamber (sas) bu iki yöntemle Kur’ân’ın tamamının korunmasını güvence altına almak istedi. Bunun için onu ezberlemeyi teşvik etti ve yazı öğretimini yaygınlaştırdı. Öğretmenler tayin etti. Abdullah b. Saîd b. Âs, Ubâde b. Sâmit ve Efendimizin hanımlarından Hafsa bint Ömer bu maksatla görevlendirilenler arasında yer alır. Çünkü Kur’ân metni yetkili bir öğretmenin önünde öğrenilir ve o da öğrettiği metnin doğru olarak öğrenildiğini yazılı bir vesika ile belgelendirir.[14]
Burada yazı için kullanılan malzemeye değinmek gerekir. Dönemin şartları içinde yazı malzemesini bulmak çok kolay değildi. Ancak bulunabilen malzemeler değerlendirilmiştir. Bunlar, başta papirüs olmak üzere, hurma yaprakları, deve kürek kemikleri, kurutulmuş ceylan derisi, düzgün kaya parçaları ve düzgün tahta parçaları vs. idi.