Avcılığın tarihi insanlık tarihi ile eş zamanlı olduğundan, Türklerdeki avcılığında Türk tarihi ile birlikte değerlendirilmesi doğru olur. Bu nedenle eski Türk yazıtları resimler, Kök Türk yazıtlarındaki metinler büyük önem taşımaktadır. Osmanlı arşivindeki padişah fermanları ve belgeler,avcılık tarihi ile ilgili önemli bilgileri içermektedir. Bu konuda yazılanlar bütünsellik içinde olmadığı için, geniş bir tarihsel zaman periyodu çerçevesinde, avcılığın tarihi değerlendirilmeye çalışılmıştır.
III-IV. Yüzyıl eski Türk yazıtlarından olan ve İrbek nehri mansabının yukarı yarısında bulunan Ulu-Kem kayası kenarındaki tasvirde, iki geyik resmi ile damgalar görülmektedir. Erkek ve dişi geyik olarak resmedilen ve çeşitli işaret ve damgaları içeren tasvir, geyik varlığını göstermektedir. Yine Ulu-Kem kayası kenarındaki Dört tekerlekli bir arabaya koşulmuş iki at ve yabani teke resimleri, yaban keçisi avcılığının yaygın olarak yapıldığına işarettir. Ubsa gölüne akan nehirlerden birisi olan Ubur-Targatığ kenarındaki bir kaya üzerinde bulunan resimlerde, oklarını atmış olan iki avcı ve iki av hayvanı görülmektedir. Bu hayvanlardan biri yabani teke diğeri yaban domuzudur. Resimlerde avlanmış olarak görüne hayvanların yabani teke olması, büyük bir olasılıkla dişi keçi avcılığının yapılmadığını veya avlanmaya değer bulunmadığını göstermektedir. Bu da köklü bir avcılık töresini işaret etmektedir.
Kara-yüs yazıtı denilen ve Sulek köyünün yakınında bir kayanın üzerinde bir çok resimlerin arasına dağılmış bir surette bulunan yazılar silinmiş olduğundan açık olarak okunamamaktadır. Ünlü Finli Türkolog Radloff ‘un okuma tecrübesine dayanarak; Anıt kaya, Ordu reisliği, Alpagu (Türklerde bir rütbe ismi olup bu kelime asil, mal sahibi, kahraman gibi anlamlarda da kullanılmaktadır) gibi kelimelerin olması, avcılıkla askerliğin iç içe olduğunu, aynı zamanda asalet ve kahramanlık kavramlarıyla anıldığını göstermektedir.
Kara-Yüs yazıtında bulunan hayvan tasvirlerinin incelenmesinde; at üstünde okla geyik avlayan avcı, topluca yapılan sürek avları, ayı ve pars gibi yırtıcıların yaban keçisi, geyik ve yaban domuzları üzerindeki baskıları, yırtıcıların birbirleri ile olan mücadelesi, yabani koç avı gibi figürlerin bulunduğu görülmektedir. Burada da özellikle yabani koç avlandığına işaret edilmesi, üremeleri için dişilerinin avlanmadığı anlamını taşımaktadır.
Kök Türklerin göçebe-çobanlık yanında avcılığı (ve vargısal olarak toplayıcılığı) da ekonomik uğraşı olarak yürüttükleri anlaşılıyor. Bu konuda Tonyukuk’u dinleyelim:
“Çağatay’ın kuzey yamaçlarında ve Kara Kumda otururduk Geyik ve tavşan yiyerek otururduk. Budunun boğazı tok idi.” (Ton TI B-G). Yine bu bağlamda, Çin yıllıkları, Tonyukuk’un Bilge Kağan ile yaptığı konuşmayı şöyle naklediyor: “Çinlilere karşı direnmemizin nedeni yerleşik olmayıp, su ve otlak peşinde göçmemiz ve avcılık yapmamızdır.” (Liu CN: I, 173).
Birinci belgeye göre, ilk yerleşim yerleri olan Çoğay yamaçlarıyla Kara Kum’da, ikinci belgeye göre Ötüken Yış’a göçtükten sonra yeni illerinde, Kök Türklerin avcılığı sürekli bir ekonomik uğraşı olarak sürdürmüş oldukları anlaşılıyor ( Caferoğlu 1972). Bu durum I. Kök Türk Kağanlarında da aynıydı.
Kök Türklerde avlanma izni ve avlak kavramlarının bulunduğu, av hayvanlarının bulunduğu yerlerin ön araştırmalara göre saptandığı, aşağıdaki belgeden anlaşılmaktadır.
İşbara Kağan Hong-şo ile Toy-şo yöreleri arasında avlanma izni istedi. Çin İmparatoru ona izin verip, Kendisine şarap ve yiyecek yolladı. (Jul. Doc: 57).
Avlanma talebi, herhalde amatör bir avcıdan gelmiyordu. Belli ki İşbara Kağan kendi boyuna bir avlak tahsis edilmesini Çin İmparatorundan rica etmişti.
XIII. yüzyılda yukarı Kam bölgesinde yaşayan Türk boy
larından “beş boylu” Kapganas’ların Avcılık ve toplayıcılıkla geçindikleri biliniyor. Her ne kadar, ren sürüleri besliyorlarsa da (Hambis 1957: 31) aynı dönemde, Kök Türklerin hüküm sürmüş oldukları bölgede yaşayan Moğollar’da “avcılık ve toplayıcılıkla” geçinirlerdi. İşte Cengiz Han’ın anası Uçin ananın dört oğlunu besleyişinin öyküsü:
“Mahir bir kadın olan Ho’elun-uçin… yabani armut ve mohilya meyveleri toplayarak gece gündüz çocukları doyurdu… Eline servi ağacından bir değnek alarak… sudun ve çiçigına kökleri kazarak onları besledi. Uçin Ana tarafından yabani soğanla… ot kökleriyle beslenen çocuklar mazbut ve akıllı olarak yetiştiler… Büyüyünce artık anamıza yardım edebiliriz, diyerek… olta ve kanca yaparak kötü balıkları yakaladılar. İğneleri bile eğip, olta yapıp, Cebuga ve Kadora balığı avladılar” (MGT:27).
“Kök Türkler ve Avcılık” (ve doğal olarak toplayıcılık) konusunu bitirmeden, Yenisey mezar taşlarının birisi üzerinde bulunan şu yakarışı bu bölüme almadan edemedim.
“Tanrım altın suna ile genç geyiği arttır”. Ne kadar güzel…
“Bozkırlarda avcılık, hiçbir zaman, asli bir yaşama tarzı değildir, fakat yine de ora insanının önemli bir uğraşı olarak kabul edilmesi gerekir”, diyor K. Gronbech (1959-1960): 51. Şöyle de söylenebilir; bozkırda yapılan avcılık (ve dolayısıyla toplayıcılık), asli olan göçebe-çoban faaliyetlere ancak yardımcı olarak eklemlenmiştir. Bu doğaldır da. Gerek göçebe hayvancılık, gerek avcılık gezip dolaşmayı öngördüğünden, aynı zamanda, aynı toplumda ve aşağı-yukarı aynı mekanda birlikte örgütlenip, uygulanabilir. Göçebe-çobanların avcılıktan vazgeçmeyişlerinin belli-başlı iki nedeni olmalı. Birincisi çobanlığın hayvan salgınları, kötü iklim koşulları ve düşman talanları karşısında fevkalade hassas ve yaralanabilir bir dengede oluşu yüzünden ekonomide istikrarsızlık yaratabileceği gerçeği (ki bu nahoş durumu önlemek amacıyla, avcılık ve toplayıcılığın bir yan faaliyet olarak yürütülmesi kaçınılmaz olur). İkincisi de, çağdaş bir çalışmaya dayandığı için artsüremli olarak damgalansa bile, doğal bir gerçeği yansıttığından doğru olarak kabul edilmesi gereken, E.B. Wortington’un şu gözlemidir: “…doğal otlaklardaki vahşi hayvanların yeniden üretim haddi, aynı bölgedeki evcil hayvanlarınkinden daha yüksektir” (1961).
Bütün bu nedenlerden Kök Türk ekonomisinde göçebe hayvancılığın yanında, avcılık (ve toplayıcılıkla) da uğraşıldığı yadırganmamalıdır. Ok-yayla bu denli haşır-neşir olan bir budun eğer avcılık yapmazsa, asıl ona şaşılır.
Kök Türk obaları içinde cinsiyete dayalı ekonomik iş bölümü, galiba, Plan Carpin’in XIII. Yüzyılda saptadığı şekilden pek farklı değildir.
“Erkekler ok yay yapımı biraz sürüyle uğraşma dışında çalışmazlar. Buna karşılık, avlanır ve ok talimi yaparlar… Kadınlar bütün işleri görür. Deriden yapılan kürk manto, giysi, ayakkabı ve tozluk gibi şeyleri onlar diker. Ayrıca, arabaları onarır ve sürerler” (Plan Carpin: 50-51).
Orta Asya’da bulunan Türk boylarının tamında avcılığa büyük önem verilirdi. Orta Asya’daki bazı Türklerde avcılık töresi aile düzenini etkileyecek kadar önemliydi. Ava çıkacak avcı, o gece eşinden ayrı bir odada yatar, kimse ile konuşmaz ve yapacağı her şeyi sır gibi gizli tutar. Kimseye bir şey söylemez. Karısı yeni doğum yapmışsa, temiz sayılmadığı için ona av eti yedirilmez. Samur avında kullanılan ağlara eliyle dokunmasına izin verilmez. Bu gibi inançlara aykırı hareket edilirse, avın verimsiz olacağı ve avcı ölünce ruhunun ongun’u olan kuş ile birleşeceğine inanılırdı.
Avcılığın Türk aile kültürünü nasıl etkilediğine başka bir örnek de; erkek çocuklara Alakuş, Alpkuş, Aksungur, Afşin, Çağrı, Çavlı, Karaca, Karakuş, Laçin, Toğan, Tuğrul… gibi avcı kuş isimlerinin verilmesidir.
Avcılığın ulusun yönetim ve düzenini etkilediğine de bayraklara kartal resminin konulması, tuğranın kuş motifinden esinlenerek oluşturulduğu ve eski Türklerdeki ongun ve söğün geleneği örnektir.
Avcılığı yasa ile devlet düzenine ilk sokan Moğol Han’ı Cengiz Han’dır. Cengiz Han av için, “savaş okulu” dermiş. Cengiz Han avın yapılışını ve kurallarını yasa ile belirlemiştir. Ölümünden sonra da dört parçaya ayrılan imparatorluğun hepsine aynı yasa uygulandı. Hatta Timur ve onun soyundan gelen Babür şahiler bile aynı yasayı uyguladılar.
Oğuz soyundan ava merakıyla ün yapmış padişah Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey ile Sultan Melikşah’dır.
Tuğrul Bey, her ava çıkışta beraberinde 20 katır yükü yiyecek götürür, kırlarda mükellef sofralar kurdurup emirlerine ve o bölgenin halkına yedirmekten zevk alırdı.
Sultan Melikşah (Aralık 1072-Kasım 1092) ise avcılık konusunda dünyada ilk bilimsel kitabı yazdıran kişidir. Ava çok meraklı olup av hayvanlarının her şeyini bilmek isterdi. Sarayındaki vezirleri ve şehzadeleri de bu yolda hareket ederler, çoğu zaman bu av konusu konuşulurdu. Yazılmış olan kitapları yeterli ve bilimsel görmeyip daha mükemmelini yazılmasını istedi. Bu amaçla veziri Nizamülmülk’e emir buyurup iç ve dış ülkelerde ne kadar av ilmini bilen varsa kitaplarıyla birlikte REY’e davet edildi. Gelenler Nişabur’lu Hoca Ali’nin kendilerinden daha bilgili olduğunu bu nedenle ona “Abü’L cavarih” denildiğini söylerler. Nizamülmülk, Hoca Ali’yi Sultan Melikşah’ın huzuruna çıkardı. Hoca Ali, kitabını ve beraberinde getirdiği beyaz doğan kuşunu Sultan’a sundu ve alıcı kuşlar hakkında bilgiler verdi. Sultan Melikşah memnun olup Hoca Ali’ye bir vilayetin tımarı ile 1000 altın, at ve hil’at ihsan etti.
Sultan Melikşah diğer av üstatlarını dinledikten sonra, adamlarında Felhak bin Mehmed’e bir kitap yazılmasını emretti. “Saydname-i Melikşahi” adı verilen kitap daha sonra yazılan pek çok bazname’ye kaynak olmuştur. Farsça yazılmış olan bu eser 1900 yılında da Fransızca’ya çevrilerek yayınlandı. Bu Fransızca nüshası Prof. Mehmet Altay Köymen’in arşivindedir.