213
Jared Diamond, wikipedia tarafından, “ABD’li evrim biyologu ve popüler bilim yazarı” şeklinde tanımlanıyor. National Geographic tarafından belgesel filme de dönüştürülen “Tüfek, Mikrop ve Çelik (Guns, Germs and Steel)” kitabı ile Pulitzer Ödülü’nü kazanmıştır.
Jared Diamond’un en önemli özelliği; kitaplarında çevre sorunlarını öne çıkarması ve uygarlıkların çöküş nedenlerini coğrafi koşullar ve iklimsel değişimlere (kuraklık, seller ve erozyon vb.) bağlamasıdır.
Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabında uygarlık tarihini incelerken, insanlık tarihinin coğrafi koşullar ve iklim tarafından şekillendirildiğini savunuyor. Onun teorisine göre: Bundan 13 bin yıl önce Bereketli Hilal olarak adlandırılan Mezopotamya bölgesinde kök salmaya başlayan uygarlık, önce tahılları kültüre alarak tarıma başlıyor, sonrasında ise hayvanları evcilleştirerek çok önemli bir adım atıyor. Coğrafyanın bu türden bitkiler ve hayvanlar içermesi uygarlığın gelişmesine önemli katkıda bulunuyor.
Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabında, sömürgeciliğin nasıl başladığını ve bazı toplumların istilacı topluluklar (ya da devletler) tarafından nasıl yok edildiklerini üç nedene bağlıyor: Tüfek, Mikrop ve Çelik. Hayvanları da evcilleştirerek onların gücünden yararlanan Avrasya halkları tarımda gerçekleştirdikleri ilerlemelerle artık ürünler elde etmeyi başarıyor ve bu artık ürünleri yılın her döneminde değerlendirme olanağına kavuşuyor. Böylelikle çalışmadan geçinen yeni toplumsal sınıflar ortaya çıkıyor. Bunun sonucu olarak, bu yeni sınıflar teknolojik gelişmelere daha fazla zaman ayırma olanağı buluyor ve geliştirdiği yeni silahlarla çevre halkların topraklarını istila etme gücüne kavuşuyor. Savaşmak için hala ok, mızrak gibi ilkel silahları kullanan yerli topluluklar karşısında, çeliğin ve tüfeğin gücü ile ezici bir üstünlük sağlıyorlar.
Onun teorisinin en dikkat çekici bir diğer yönü ise, evcil hayvanlarla içli dışlı yaşayan insanlar hayvanların taşıdığı pek çok mikropla uygarlıklarının erken aşamalarında tanışıp, büyük kayıplar vererek bu hastalıklara bağışıklık kazanıyorlar. Oysa evcil hayvanlar konusunda pek zengin olmayan diğer bölgelerdeki insanlar bu mikroplarla henüz tanışmamış olduklarından çiçek gibi kırıcı hastalıklar karşısında topyekün kıyıma uğrayıp yeni efendilerine boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Kısacası, uygar topluluklar farkında olmadan gittikleri yerde çelik ve tüfeğe ek olarak üçüncü bir ölümcül silaha daha sahip olmuş oluyorlar.
“1532 Kasımında bir gün, Eski Dünya ile Yeni Dünya çarpıştı. 168 İspanyol, Peru’nun dağlık bölgesinde İnkaların imparatorluk ordusuna saldırdı. Güneş batmadan önce yedi bin insanı katlettiler ve İnka İmparatorluğu’nun denetimini ele geçirdiler. Bu süreçte bir tek İspanyol bile hayatını kaybetmedi.”
“Bir İspanyol fatihleri kafilesi, iki yıldır altın ve onur arayışı için seyahat etmekte. Hiçbiri profesyonel asker olmayan bu adamlar, emekli bir yüzbaşı olan Francisco Pizarro tarafından yönetilen paralı askerler ve maceraperestler. Pizarro Orta Amerika kolonilerinde zaten bir servet edinmişti. Şimdi askerlerini güneye, bilinmeyen bölgeye doğru sürüyor. Onlar, Andlara tırmanan ve Güney Amerika’da bu kadar güneye giden ilk Avrupalılar.”
“Seyahat ettikçe, yerli büyük bir medeniyetin izlerini bulurlar. Kudretli İnka İmparatorluğu’nun sınırına ulaşırlar. Kızılderililer ve İspanyolların her ikisi içinde herhangi bir karşılaşma, kültürel bir çatışmadır. Bu Kızılderililer daha önce, hiç beyaz adam görmemişlerdir ve bu adamların temsil ettiği tehdit hakkında hiçbir fikirleri yoktur. Bu yabancıların, dünyalarını birkaç gün içinde altüst edeceğini hayal bile edemezler.”
“Neden Pizarro ve adamları İnkaları yendiler ama bunun tersi olmadı? Basit bir soru gibi görünüyor. Cevap ise hemen ortaya çıkacak türden değil. Ne de olsa Pizarro başlangıçta sıradan bir insandı ve Trujillo da oldukça sıradan bir kasaba. Peki, Pizarro ve adamlarına bu büyük gücü veren neydi?”
Bunun sırrı İspanyolların sahip olduğu tüfek, çelik ve mikropta gizliydi.
“Bin beş yüz otuzlara gelindiğinde, çakmaklı tüfekler İspanyol cephanesinin önemli bir parçasıydı. Barut ilk olarak Çin’den gelmişti fakat bir silah olarak ilk defa Araplar tarafından kullanılmıştı. Avrupalıların elinde silahlar daha hafif ve taşınabilir hale geldi ve ilk defa savaş alanında piyadeler tarafından kullanıldı. Çakmaklı tüfekler hala kaba bir silahtı, fakat savaşların görünümünü değiştirmeye devam edecekti. Bu silah, sesiyle, kokusuyla, çıkardığı dumanla ve öldürdüğü insanlarla, onu daha önce görmemiş birine çok ürkütücü gelmeli. Bu 1532 tarzı, dehşet ve korku uyandırmış olmalı. Tüm gösterişine rağmen barut teknolojisi hala emekleme dönemindeydi. İspanyol fatihlerinin gerçek gücü başka bir noktaya dayanıyordu. Çelik üretimi.”
“İnsanlar metal işlemeye yedi bin yıl önce Bereketli Hilal’de (Mezopotamya) başladı ve Avrupa Bereketli Hilal’e coğrafi olarak yakın olduğu için Avrupalılar bu metal teknolojisinin varisi oldular. Avrupalılar bu teknolojiyi yeni bir düzeye taşıdı. Avrupalı askerler daha güçlü, daha sert ve daha keskin kılıçlar istiyordu. Bir kılıçta gerekli olan nitelikleri düşünürseniz, her şeyden önce yeterince sert olmalıdır, metal keskin kenarlar oluşturmaya yetecek kadar sert olmalıdır ve bu da çeliği gerektirir, yani demirin karbonla karışmış hali. Demire ne kadar çok karbon eklerseniz metal o kadar sert olur. Fakat çok sert yaparsanız kırılgan olur ve bunu da istemezsiniz çünkü eğer birine vurursanız kılıcınız kırılabilir, yani kılıcınızın belli bir esnekliğe, ilk şekline geri dönme yeteneğine de sahip olması gerekir. Bunu da kılıcı belli sıcaklıklara kadar ısıtarak, soğuk suya sokarak elde edebilirsiniz, bu çok fazla deneme demek. Uzun, zarif, ince ve meç kadar öldürücü bir şeyin elde edilebileceği düzeye gelmesi yüzyıllar aldı.”
“16 Kasım sabahı, bin beş yüz otuz ikide İnka Kralı Atahualpa İspanyollarla Cajamarca’da buluşmayı kabul eder ve maiyetini önden gönderir. Fakat kaderini etkileyecek bir kar
ar verir; askerleri silahsız olacaktır. Yerliler aslında müzisyen ve dansçıydılar. Askerdiler fakat silahsızdılar. Atahualpa neden kendi askerlerini silahsızlandırdı, neden? Çünkü bayram havası içindeydi, bir kutlama yapıyordu. Bir savaşa gitmiyordu. Tüm insanların, bu sözde Tanrı’ların korku içinde kaçışını görecekleri bir kutlamaya gidiyordu.”
ar verir; askerleri silahsız olacaktır. Yerliler aslında müzisyen ve dansçıydılar. Askerdiler fakat silahsızdılar. Atahualpa neden kendi askerlerini silahsızlandırdı, neden? Çünkü bayram havası içindeydi, bir kutlama yapıyordu. Bir savaşa gitmiyordu. Tüm insanların, bu sözde Tanrı’ların korku içinde kaçışını görecekleri bir kutlamaya gidiyordu.”
“Meydan Atahualpa’nın adamları ile doluydu fakat ortalıkta görünen tek bir İspanyol bile yoktu. Atahualpa sorar; “Nerede bu köpekler?” Sağ kollarından biri cevap verir; Muhteşem İnka’dan korktukları için kaçtılar.” Tabii ki tüm kalabalık bunu duyar ve olayların böyle gerçekleştiğini düşünür.”
“Kalabalığın tamamen hazırlıksız olduğu o anda atlar ortaya çıktı. Devasa bir panik vardı. Cajamarca’daki manzarayı bir düşünün. İnkalar daha önce hiç at görmemişti ve bunlar sıradan atlar da değildi, İspanyol atıydılar, hiddetli, büyük, savaşçı atlardı. İnsanların arasına dalabilirler, insanları ezebilirler ve en mükemmel platformu oluştururlar. Atın üzerinden kılıcınızı sol aşağıya, sağ aşağıya saplayabilirsiniz, etrafınızdaki her şeyi kesip doğrayabilirsiniz. Eğer İnkalar, süvarilere karşı yapmaları gerekenin sabit durmak olduğunu bilselerdi, durumları iyi olabilirdi, sayı bakımından daha üstündüler fakat bunu bilmiyorlardı.”
“Atahualpa taşıyıcılarının omuzlarındaki tahtırevanındaydı. İspanyollar, yapabildikleri ilk anda, tahtırevanın peşinden gittiler ve taşıyıcıları öldürmeye başladılar. Bir taşıyıcı öldüğünde, bir diğeri onun yerini alıyordu. Trajedinin sadece çok, çok, çok sonlarında taht hareket etmeye başladı çünkü daha fazla taşıyıcı kalmamıştı. Taht düştüğünde Atahualpa’yı Pizarro’nun kendisi yakalar. Planı kusursuz şekilde işlemiştir.”
“Atahualpa Cajamarca’daki kraliyet merkezinde bulunan geçici bir hapishaneye götürülür. Onu öldüreceklerini düşünüyordu, fakat ona “Hayır, Hıristiyanlar sadece savaşın sıcaklığında öldürür” dediler. Dışarıda binlerce İnka ölmüştür. Ordunun geri kalanı tepelere çekilir. Sayıdaki devasa dengesizliğe rağmen İspanyol atları, kılıçları ve stratejisi sonuç getirmiştir. Fakat İspanyollarda, sahip olduklarından haberdar bile olmadıkları bir başka silah daha vardı onların önünden görünmez bir biçimde giden bir kitle imha silahı. Mikropları!”
“Peki, mikroplar neden bu kadar tek taraflıydı? Neden İspanyollar hastalıklarını İnkalara bulaştırdılar da bunun tersi olmadı? Bu, Pizarro’nun gizli silahı; domuzlar ve inekler, koyunlar ve keçiler, evcil hayvanlar. Pizarro’nun domuz çobanı olduğunu hatırlayın. Kulübelerde hayvanlar ile yakın temas içinde, mikroplarını soluyarak, sütlerindeki mikropları içerek büyümüştü ve insanlar için ölümcül olan hastalıklar ev hayvanlarındaki mikroplardan evrimleşmişti, mesela bizim gribimiz domuzlarda bulunan ve tavuklar ve ördekler aracılığı ile yayılan bir hastalıktan evrimleşti.”
“Kızamığı ineklerden aldık, çiçek hastalığını evcil hayvanlardan edindik, yani insan ırkının bu korkunç katilleri, sevgili ev hayvanlarımızla on bin yıllık temasın bir mirası. Orta Çağ boyunca bulaşıcı hastalıklar Avrupa’da yayıldı ve milyonlarca can aldı. Fakat çelişkili bir biçimde, tekrar eden salgınlar Avrupalıları daha dirençli yaptı. Her bir salgında virüsle savaşmak için genetik açıdan daha üstün insanlar vardı. Bu insanların hayatta kalması ve çocuk sahibi olması daha olasıydı. Süreç içinde genetik dirençlerini aktardılar. Yüzyıllar içinde, insanlar çiçek hastalığı gibi hastalıklara karşı bir derece koruma kazandı İnkaların asla sahip olmadığı bir koruma.”
“Çiçek hastalığı Yeni Dünya’ya götürüldüğünde, Yeni Dünya’daki hiç kimse daha önce böyle bir hastalık görmemişti, bu yüzden bu hastalıktan etkilenebileceklerin sayısı çok daha fazlaydı. Doğal bağışıklıkları yoktu ve bu yüzden hastalıkla hem temas edecek hem de onu yayacak ve yayılan bu hastalığın bulaşacağı insan sayısı çok daha fazla yükselecekti. Daha çok insan ölecek, daha çok insan hastalığa yakalanabilecekti. Nüfusta hızla yayılacak ve ölüm oranı inanılmaz boyutlara varacaktı. Neden Amerika yerlileri çiçek hastalığıyla daha önce karşılaşmamıştı ve neden İspanyollara bulaştırabilecekleri kendi ölümcül hastalıkları yoktu?”
“Çünkü çiftlik hayvanlarıyla temas konusunda ortak bir geçmişe sahip değillerdi. İnkaların laması vardı fakat lamalar Avrupalıların inekleri ve koyunları gibi değildi. Lamalar sağılmıyor, büyük sürüler şeklinde tutulmuyor ve insanlara yakın kulübe ya da ahırlarda yaşamıyorlardı. Lamalarla insanlar arasında önemli bir mikrop alışverişi yoktu. Lamanın dışındaki büyük çiftlik hayvanlarının tümünün anavatanı Avrasya ve Kuzey Afrika’ydı. Hiçbiri, Kuzey Amerika’da, Sahra Altı Afrika’da ya da Avustralya’da evcilleştirilmemişti.”
“İspanyol fethi sırasında ölen yerli insanların sayısı hakkında uzun bir tartışma olmuştur. Bazı bilim insanları, yirmi milyon yerli Amerikalının ölmüş olabileceğini ve bunların büyük çoğunluğunun, belki yüzde doksan beşinin, Eski Dünya’nın hastalıkları tarafından öldürüldüğünü düşünmektedir. Neredeyse insanları tamamen boşaltılmış bir kıta.”
Çöküş – Medeniyetler Nasıl Ayakta Kalır, ya da Yıkılır
Diamond, Çöküş kitabında ise, madalyonun diğer tarafına bakıyor. Geçmişteki büyük uygarlıklardan, bazılarının çöküş sebepleri nelerdir ve onların başlarına gelenlerden ne gibi dersler almalıyız?
Diamond, Easter Adası’ndaki Polonezya kültüründen yerli Amerikan medeniyetleri Anasazi ve Mayalara, Grönland’da hüküm sürmüş ortaçağdaki Viking kolonisinden günümüz dünyasına felaket senaryoları hakkındaki bakış açılarını ortaya koyuyor. Kaynaklarımızı israf edersek, doğamızın bize verdiği tehlike işaretlerini önemsemezsek, gereksiz yere ağaçları kesersek başımıza neler geleceğini anlatıyor. Doğal afetler, iklim değişikliği, hızlı nüfus artışı, istikrarsız işler ve tabii ki savaşlar eski uygarlıkların çöküşünde önemli faktörlerdi.
Bir çevreyi diğerine göre daha kırılgan yapan şey nedir? Niçin bazı toplumlar kendilerini düşünmeden yıkıma götürürken, diğerleri aynı hatayı yapmıyor? Bugün benzer problemlerle biz karşılaşıyoruz?
Günümüzde insanoğlu teknolojik gelişmenin sarhoşluğu içinde çevreye olan duyarlılığını kaybediyor. Oysa sayıları giderek azalan tarımsal üreticiler olmasa insanoğlu henüz besin gereksinimini karşılayacak teknolojik olanaklardan yoksun. Ne geçmişte şatafa
tlı bir söylemle tarımda devrim yarattığını söyleyen ve kimyasalların kullanımını öne çıkaran “Yeşil Devrim” ne de günümüzün biyoteknolojik gelişmelerinin sonucu ortaya çıkan “GDO” lu ürünler henüz beklenen verim artışını sağlayabilmiş değil.
tlı bir söylemle tarımda devrim yarattığını söyleyen ve kimyasalların kullanımını öne çıkaran “Yeşil Devrim” ne de günümüzün biyoteknolojik gelişmelerinin sonucu ortaya çıkan “GDO” lu ürünler henüz beklenen verim artışını sağlayabilmiş değil.
Hiç uzağa gitmeden kendi topraklarımızda, tam bir doğa katliamı olan Karadeniz Sahil Yolu projesi ya da HES’lerin yarattığı doğal felaketler evcilleştirilmiş basının ilgisini çekmiyor. Onlar dönemine göre Libya dönemine Suriye hakkında yalan haber yapmakla meşguller. Çevre felaketleri ile ilgili haberlere tirajları birkaç bini geçmeyen muhalif basında rastlıyorsunuz.
Bu türden sorunlar, Jared Diamond’un sözünü ettiği çöküşler öncesindeki topyekün duyarsızlığa oldukça güzel örnekler.
“Paskalya Adası’ndaki ormanları patates dikmek ve kano yapmak için yok eden yerlilerin, sonunda birbirlerini yemeye varan yamyamlığına kadar varacak ki bu tarih hiçte uzak değilmiş diye gözüküyor.”
Diamond’a göre paskalya adası sakinleri adalarındaki ağaçları nesiller boyu kesip, dev heykellerin taşınması, yük ve balıkçı teknelerinin yapılması, inşaat ve ısınma vb. ihtiyaçlarını karşılamış. Gün gelip kesilen ağaçlar tükendiğinde, heykel yaptıramayan yöneticiler değerlerini yitirmiş, yeni tekneler yapılamaz olmuş ve böylece ada sakinleri zaman içinde adadan ayrılamayıp, azalarak açlık içinde yok olmuşlardır.
Hatta bu toplulukların yok olmanın son aşamasında birbirlerinin etini yiyecek kadar yamyamlaştıkları görülmektedir.
“En kuvvetli deliller, bir savaş esnasında basılıp darmadağın edilmiş bir evde bulundu; Buradaki yedi cesede ait kemikler gömülmek yerine evin her tarafına dağılmıştı. Kemiklerin bazılarının iliklerinin çıkarıldığı anlaşılıyordu. Anasazi yerleşim yerlerinde bulunan kırık çömleklerin içinde insan kası proteininin bir kalıntısı olan miyoglobin bulundu. Bu da çömleklerde insan eti pişirildiğini inkar edilmez bir şekilde ispatlamaktadır.” (Çöküş, Jared Diamond, Timaş Yayınları, 1. Baskı, S. 179, aktaran Tuncer Şengöz)
Bugün büyük nüfuslarıyla övünen büyük şehirler ne kadar sağlamlar. Büyük bir felaket durumunda, bu türden şehirlerdeki yiyecek ve ısınma sorunu nasıl çözülecek? Çok katlı binaların üst katlarına çıkmak için gerekli enerji nasıl sağlanacak? Elektriklerin kesilmesi durumunda, bütün iletişim ve ulaşım araçları topyekün durmak zorunda kalacak.
Burada sözü Diamond’a bırakalım.
“Kırılgan ve zor çevrelerde yaşayan insanlar, ‘kısa vadede’ parlak bir başarı getiren ve anlaşılabilir çözümler benimsiyorlardı, ancak bunlar dış çevresel değişikliklerle birleştiğinde uzun vadede yıkıcı ya da ölümcül olabiliyordu. Varlıklarını sürdürdükleri zaman boyunca bu çeşitli güneybatılı Amerikan yerlileri yarım düzine farklı ekonomi türü denediler. Özellikle Chaco toplumunun en parlak dönemi olan M.S. 1110-1120 tarihlerinden sonra ne kadar hızlı çöktüğü ve bu parlak dönemde hiç bir Chaco sakininin çöküşü aklına getirmemiş olduğu düşünülürse, biz çağdaş Amerikalıların Birinci Dünya ekonomimize fazla güvenmememiz akılcı olacaktır.” (S. 182, aktaran Tuncer Şengöz)
“Komşu bölgelerle ticari ilişkiler de çöküşte önemli bir rol oynamış; farklı Anasazi grupları birbirlerine gıda, kereste, çömlek, taş ve lüks ürünler sağlamış, birbirlerine bağımlı birer karmaşık toplum haline gelmişler. Ancak bu, tüm toplumu çökme riskiyle karşı karşıya getirmiş.” (S.183, aktaran Tuncer Şengöz)
“Diğer merkezler Chaco’ya neden yardım yapıyordu? Neden karşılığında bir şey almadan, itaatli ve düzenli bir şekilde kereste, çömlek, taş, turkuaz ve gıda gönderiyordu? Bunun cevabını günümüz toplumlarından görebiliriz: İtalya ve İngiltere gibi ülkelerde Roma ve Londra gibi büyük şehirler herhangi bir üretim yapmıyorlar, fakat buraları siyasi ve dini merkezler. Bu nedenle ilgili ülkelerdeki diğer bölgeler bu şehirleri besliyorlar. Günümüzün İtalyan ve İngilizleri gibi Chacoan halkı da karmaşık ve diğer toplumlara bağlı bir hayat sürüyorlardı. Bir noktadan sonra, kendi kendilerini besleyebilen, hareketli küçük toplumlara dönemediler …” (S. 177, aktaran Tuncer Şengöz)
Acaba geleceğin turistleri, New York’un paslı ve yıkık gökdelen kalıntıları arasında yürürken, bugün bizim ağaç ve sarmaşıkların ele geçirdiği Maya harabeleri arasında yürüdüğümüzde hissettiğimiz duyguları mı yaşayacak?
Jared Diamond, uygarlıkların çöküşünü sekiz ana nedene bağlıyor.
“Ekolojik denge üzerinde farklı derecelerde hasar yaratmış olsalar da, eski toplumların yaşadıkları çevreye zarar vererek kendi geleceklerini kararttığı süreç, sekiz ana kategori altında incelenebilir:
1. Ormansızlaşma ve yaşam alanlarının tahrip edilmesi,
2. Toprakla ilgili sorunlar,
3. Su yönetimi sorunları,
4. Aşırı avlanma,
5. Deniz ürünlerinin aşırı tüketimi,
6. İnsanın beraberinde getirdiği bitki ve hayvan türlerinin yerel türlere olan olumsuz etkisi,
7. İnsan nüfusunun aşırı artışı,
8. İnsanların her birinin yaşam ortamına getirdiği yükün artması.”
Kıyamet senaristlerine bakarsak daha çok, nükleer savaş, iklim değişimi veya meteor düşmesinin dünyanın sonunu getireceğini tartışırlar. Oysa tehlike yanı başımızda. Tahrip edilen ormanları, sürekli karbon kaybeden toprakları görmeyen uluslararası tekellerin yazılı ve görsel basını ve çevreyi katleden şirketlerin Prof. veya Dr. ünvanlı danışmanları geleceği GDO’lu tohumlar kurtaracaklarını söylüyorlar.
Amerikalı bağımsız gazeteci F. William Engdahl bir söyleşisinde, “Evet, planlı bir felaketten söz ediyorum. Bunu anlamak için yalnızca 2003 Amerikan bombardımanından sonraki Irak’a bakmak yeterli. Irak medeniyetlerin beşiği ve binlerce yıl önce buğday tarımının doğduğu yerdir. Ebu Garib’de yüzlerce yılda geliştirilen buğday tohumu çeşitlerinin yer aldığı bir tohum bankası bulunuyordu. Amerikan bombardımanından sonra o tohum mahzeni tarihe karıştı. Artık kimse o tohumların nerede olduğunu bilmiyor. Düşünün, dünyadaki tüm tohum çeşitleri NATO destekli Svalbard’da biraraya getiril
ip kontrol altına alındığında, dünyadaki diğer paha biçilmez tohum bankalarını savaşlar ve terörist eylemler ile yok etmek çok kolay olacak! Sonrasında da Monsanto ve DuPont gibi devler, kendi GDO tohumlarını tüm dünya çiftçilerine tek elden sunabilecekler. Yani tüm tohum çeşitlerini ele geçirdikten sonra dünyanın diğer tohum bankalarını, tekel oluşturabilmek amacıyla yok edebilirler.”
ip kontrol altına alındığında, dünyadaki diğer paha biçilmez tohum bankalarını savaşlar ve terörist eylemler ile yok etmek çok kolay olacak! Sonrasında da Monsanto ve DuPont gibi devler, kendi GDO tohumlarını tüm dünya çiftçilerine tek elden sunabilecekler. Yani tüm tohum çeşitlerini ele geçirdikten sonra dünyanın diğer tohum bankalarını, tekel oluşturabilmek amacıyla yok edebilirler.”
Çünkü onlar Norveç’in kuzeyindeki Spitsbergen adasında “Svalbard Küresel Tohum Deposu” adı verilen bir ambarı Mart 2008 tarihi itibariyle faaliyete geçirdiler. Donmuş bir dağın 130 metre altına inşa edilen ambarda şu anda dünyanın dört bir yanından yaklaşık 3 milyon farklı tohum özel ambalajlarda saklanıyor. Kuzey Kutbu’na 1100 kilometre uzaklıkta olan buzdağı ambarında bazı dayanıklı tohumlar 1000 yıl kadar bozulmadan kalabilecek. Her türlü nükleer saldırıya, patlamaya ve depreme dayanıklı olan bu tohum deposuna “kıyamet tohum deposu” da deniyor. Dünya üzerindeki tüm tohum çeşitlerini bir araya getirmeyi hedefleyen ambarın amacı, “gelecekte dünyanın başına gelebilecek nükleer savaş, meteor düşmesi veya iklim değişimi gibi bir felaket durumunda, tohum çeşitliliğinin korunmasını sağlamak” şeklinde açıklanıyor. Oysa bunlar tohum konusunda tek tekel olmak istiyorlar. Amaçları yerli tohumların yok edilmesi ve tarımsal üretimin tamamen kendilerine bağımlı hale gelmesi.