ilk türk devletlerinde hükümdarlara verilen ünvanlar bilgi90’dan bulabilirsiniz
İslam devletlerinde ve Osmanlı’da kullanılan unvanlar
MUŞİR
Osmanlılar’da bir unvan ve askerî rütbe. Arapça’da “işaret eden, yol gösteren, nasihat ve emirler veren” anlamındaki muşîr kelimesi muhtemelen ilk defa Büyük Selçuklular tarafından kullanılmaya başlanmış ve buradan Osmanlılar’a vezir elkābında onun vasıflarına işaret eden bir sıfat olarak girmiştir.
GÜRHAN
Karahıtay hükümdarına verilen ünvan
İLİG
Eski Türkler’de bir unvan.
Türkçe il “devlet” kökünden +lig ekiyle türetilen ve kaynaklarda illig > ilig şeklinde geçen kelimenin sözlük karşılığı “devletli” olup “hükümdar” anlamındadır.
BEY
Türklere ait eski bir ünvan
AKKÂM
Surre alayında görevli kişilere verilen unvan.
Akkâm sözlükte, “ücret karşılığı deve ile eşya taşıyan kişi, deve sürücüsü” anlamına gelir. Genellikle Arap olan akkâmlar, Osmanlı padişahlarının her yıl şâban ayının ortalarında Mekke ve Medine’ye gönderdikleri hediyeleri götürmekle mükellef idiler. Reislerine akkâmbaşı denirdi. Surre alayına katılan akkâmlar sırtlarına kısa kollu, açık yakalı uzun beyaz gömlek, başlarına külâh giyerler, bellerine ipekli kumaştan kuşak bağlarlardı.
Surre alayının önünde davullar ve dünbelekler çalarak Arapça şiirler okurlar, hoplaya zıplaya alayı şenlendirirlerdi. Surre-i hümâyunun nakli hizmetinde kullanılan akkâmlar alay ile birlikte İstanbul’dan Şam’a kadar giderlerdi. Son derece becerikli olan çadırcı akkâmları, yollarda konaklanacak yere birkaç saat kala hızlıca önden ilerleyerek kafile gelmeden süratli bir şekilde çadırları kurar ve her türlü istirahat hazırlıklarını yaparlardı. Ayrıca, Osmanlı ordusunun vezir ve yüksek rütbeli kumandanlarına ait çadırları kurup kaldırmakla görevli çadır mehterlerine de akkâm denirdi.
KALGAY
Kırım Hanlığı’nda veliahda verilen unvan.
Yarlıklarda ve vekāyi’nâmelerde kagalgay, kagalya, kalgay, kalga şeklinde geçer. 17. yüzyıla ait yarlıklarda da ilk şekli olan kagalgay kullanılmıştır. Kelimenin Moğolca “büyük kapı” anlamındaki hagalhadan geldiği tahmin edilmektedir. 14. yüzyılda Özbekler’de “veliaht” mânasına kalgay kullanılıyordu.
VALİDE SULTAN
Osmanlılarda padişah annelerine verilen ünvan
AZÎZ-i MISR
Mısır’ın ulusu, güçlüsü anlamına gelen ünvan
HÜNKÂR
Osmanlı padişahları için kullanılan ünvan
KİSRÂ
Arapların Sâsânî hükümdarları için kullandıkları unvan.
VATAN BEYİ
Tunus’ta Osmanlı döneminde kullanılan bir unvan
ÇELEBİ EFENDİ
Konya Mevlevî Âsitânesi’nde postnişin olanlara verilen unvan.
GAVS
Kendisinden manevi yardım istendiğinde kutba verilen unvan.
HİDİV
1867 yılından itibaren Mısır valilerine verilen unvan.
İSTANBUL AĞASI
İstanbul Acemi Ocağı’nın âmiri için kullanılan unvan.
MELİKÜ’t-TÜCCÂR
İran ve Hindistan’da tüccarların reislerine verilen unvan.
ULEMÂ
Osmanlılar’da ilmiye sınıfı mensupları için kullanılan unvan.
VAK‘ANÜVİS
Osmanlı Devleti’nde resmî tarihçiler için kullanılan unvan.
SÂLÂR
İslâm devletlerinde idarî ve askerî bir unvan.
DUÂGÛ
Osmanlı devlet teşkilâtında ve tarikat hiyerarşisinde bir unvan.
EMÎRÜ’l-MÜSLİMÎN
Murâbıt ve Merînî hükümdarları tarafından kullanılan bir unvan.
ŞEHNÂMECİ
- yüzyılda Osmanlı saray tarihçileri için kullanılan unvan.
TERKEN
Türk hakanlarına, hakanların eşlerine ve kızlarına verilen unvan.
VOYVODA
Eflak, Boğdan ve Erdel beyleri için kullanılan unvan.
AMÎD
Ortaçağ’da bazı İslâm ve Türk devletlerinde rastlanan bir unvan ve memuriyet.
ATABEG
Selçuklular’da ve daha sonraki Türk devletlerinde kullanılan bir unvan.
ÇELEBİ
Asil, zarif, okumuş, bilgili kimseler için kullanılan bir unvan.
EBÜ’l-BEŞER
İslâmî kaynaklarda “insanlığın atası” anlamında Hz. Âdem’e verilen unvan.
EMÎRÜ’l-MÜ’MİNÎN
İslâm tarihinde Hz. Ömer’den itibaren devlet başkanlarına verilen unvan.
HAN
Türk hükümdarlarının İslâm öncesi dönemden beri kullandıkları bir unvan.
HÂN-ı HÂNÂN
Eski Moğol ve Türk-İslâm devletlerinde yüksek bir unvan ve askerî makam.
KĀDILKUDÂT
İslâm devletlerinde yargı sisteminin başında bulunan görevliye verilen unvan.
KADINEFENDİ
- yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı padişah hanımlarına verilen unvan.
SER
- yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı padişah hanımlarına verilen unvan.
SERDAR
Türk-İslâm devletlerinde genellikle ordu kumandanı anlamında kullanılan unvan.
TARHAN
Eski Türkler’de yüksek rütbeli devlet görevlilerinin taşıdığı bir unvan, Türk ve Moğol hânedanlarında hükümdar tarafından bazı devlet adamlarına tanınan imtiyaz.
ZÂBİT
Osmanlılar’da yönetici, askerî görevli ve subay anlamında bir unvan.
EMÎRÜ’l-ÜMERÂ
Bazı İslâm devletlerinde çeşitli idarî yetkilere sahip kumandanlara verilen unvan.
EŞİK AĞASI
Akkoyunlular, Safevîler ve Kaçarlar zamanında hükümdar kapısı hizmetlilerine verilen unvan.
TEGİN
Bazı Türk devletlerinde hükümdar soyundan gelen erkek çocuklara verilen unvan.
UNVAN
Sözlükte “kitap, mektup ve yazı başlığı” anlamındaki unvân kelimesi Türkçe’de “bir kimsenin memuriyet rütbesini ve görevini belirten söz, lakap” demektir. Lakab ise “bir kimseye sonradan takılan ikinci ad, şeref pâyesi, halife ve sultanların hâkimiyet alâmeti” anlamlarına gelir. Unvan ve lakabın Türkçe’de çoğu zaman eş anlamlı gibi kullanıldığı görülmektedir. Terim olarak unvan halife ve hükümdarların, vezirlerin, eyalet valilerinin, başkumandanların, ulemânın ve resmî görevlilerin sıfat ve lakaplarını ifade eder. Özellikle devletler arası diplomatik yazışmalarda halife ve hükümdarların lakap ve unvanlarının zikredilmesine özen gösterilirdi. Devletin çeşitli kademelerinde görev yapan memurlara hiyerarşik durumlarını belirten unvan ve lakaplar verilmesi bürokratik bir gelenek halini almıştır.
Unvan veya lakap kullanılması Türkler, Araplar ve İranlılar’da çok eski bir gelenektir. İslâm öncesi Türk devletlerinde hükümdarların “tanhu, kağan, alpagut, tarhan (tarkan), kan, han, bilge, külterkin, erkin, ulug-erkin, ilteber, idikut, ilig, kadır, sagun, tabgaç (tamgaç), tegin (tigin), tarım, terim, inak, inanç, inal”; hükümdar eşlerinin de “terken” ve “katun” unvanlarının olduğu bilinmektedir (Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, s. 255-257; Donuk, tür.yer.). İslâm öncesi Araplar’da kabile liderleri “melik, zü’t-tâc” ve daha yaygın şekilde “şeyh” unvanlarını kullanmıştır. Ortaçağ İslâm tarihçileri ve coğrafyacıları Türk hükümdarlarının “hakan”, Moğollar’ın “pankan”, Araplar’ın “melik”, Soğdlar’ın “ihşîd”, Üsrûşeneliler’in “afşin”, Zencîler’in “cağbûne”, Nûbeliler’in “kâbil”, Çinliler’in “bağyûr”, Deylemliler’in “cîl-i cîlân”, Habeşliler’in “necâşî”, Hindliler’in “yelhevâ”, Mısırlılar’ın “firavun”, Suriyeliler’in “nîmrûz”, Rumlar’ın “kayser”, İranlılar’ın “kisrâ”, Azerbaycan ve İrmîniye hükümdarlarının “heyâtıla” unvanlarıyla anıldıklarını kaydeder (Mücmelü’t-tevârîḫ, s. 416-430; Zehebî, s. 26).
Bi‘setten önce “el-emîn” unvan ve lakabıyla anılan Hz. Peygamber ilk defa Hudeybiye Antlaşması’nda, daha sonra hükümdarlara gönderdiği İslâm’a davet mektuplarında “resûlullah” unvanını kullanmış; kisrâ, kayser ve necâşî gibi unvanlar taşıyan devlet başkanlarının mühürsüz mektupları dikkate almadıkları söylenince üzerinde “Muhammed resûlullah” ibaresinin yer aldığı, yuvarlak siyah akik taşlı gümüş bir mühür edinmiştir (Buhârî, “Libâs”, 55, “Ḫumus”, 5). İslâm siyasî literatüründe devlet başkanları için “halife” unvanı kullanılmış, Hz. Peygamber’in vefatından sonra onun dünyevî otoritesini temsil eden ve dinin hükümlerini uygulamakla yükümlü olan Hz. Ebû Bekir’e “halîfetü resûlillâh” denilmiştir. Hz. Ömer’e de “halîfetü halîfeti Resûlillâh” unvanı verilmişse de söylenişi zor geldiğinden ve daha sonraki halifeler için bu unvanın uzayıp gideceği düşünüldüğünden kendisine “emîrü’l-mü’minîn” unvanıyla hitap edilmeye başlanmıştır (Taberî, IV, 208). Emevî Hükümdarı Muâviye halkın kayıtsız şartsız itaatini sağlamak düşüncesiyle emîrü’l-mü’minîn yerine “halîfetullah” unvanını almıştır (Taberî, V, 23; DİA, XXVII, 541). Abbâsî halifeleri de lakaplarla birlikte halîfetü resûlillâh yerine halîfetullah veya “zıllullāh fi’l-arz” ve emîrü’l-mü’minîn unvanlarını tercih etmiştir. Endülüs Emevî hükümdarları başlangıçta emîr unvanını kullanırken III. Abdurrahman zamanında 2 Zilhicce 316’dan (16 Ocak 929) itibaren halife, imam, emîrü’l-mü’minîn unvanlarıyla anılmaya başlanmıştır. İmam ve emîrü’l-mü’minîn unvanıyla birlikte çok sayıda lakap edinen Fâtımî halifelerinin bazan yarım sayfa tutan unvan ve lakaplara sahip oldukları bilinmektedir. Zengîler, Eyyûbîler ve Memlükler ise sultan unvanının yanı sıra “el-melikü’l-âdil, el-melikü’l-kâmil” gibi lakaplara yer vermiştir. “Hâdimü’l-Haremeyn” unvanını alan ilk hükümdar Selâhaddîn-i Eyyûbî’dir. Murâbıtlar ve Merînîler emîrü’l-müslimîn, Muvahhidler ve Hafsîler emîrü’l-mü’minîn unvanlarını kullanmıştır.
Sâmânî hükümdarlarının unvanı emîrdi. Karahanlı hükümdarlarında en çok görülen unvanlar han ve hakandır. Bu unvanlar “arslan, buğra, tonga” gibi hayvan adları veya “tangaç (tamgaç, tabgaç, tafgaç), kara, kadır ve kılıç, bilge, tarhan, uluğ” gibi sıfatlarla birlikte geçerdi. Yûsuf Has Hâcib ve Kâşgarlı Mahmud’un kayıtlarından Karahanlı hükümdarlarının “beg” unvanı kullandıkları anlaşılmaktadır. Kâşgarlı Mahmud beg kelimesine Arapça emîr ve melik, Yûsuf Has Hâcib ise han ve hakan karşılığında yer vermiştir. Karahanlı hükümdarlarının aldığı unvanlardan biri de Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar’da da kullanılan iligdir. Hakan ve han (hân-ı kebîr, hân-ı büzürg) mertebe itibariyle iligden daha önce gelir. Karahanlılar’da hükümdar ve hatunları için tercih edilen unvanlardan biri de terkendir. Kâşgarlı Mahmud katun (hatun) unvanını Efrâsiyâb’ın kızlarına atfeder ve onlardan “katun kunçuy, terken, katun, tarım, altun tarım, oglagu katun, özük ve eke” unvanlarıyla bahseder. Karahanlı hükümdarlarının “sâhib-kırân” ve XIII. yüzyılın sonlarına doğru sultan unvanlarıyla anıldıkları da tesbit edilmektedir.
Halife ve hükümdarlar abartılı unvan ve lakap alma hususunda âdeta birbirleriyle yarışırdı. Meselâ Gazneli Mahmud, çok geniş bir alanda hâkimiyet kurunca Abbâsî Halifesi Kādir-Billâh’ın daha önce kendisine verdiği “yemînü’d-devle” unvanıyla yetinmeyip unvan ve lakaplarının arttırılmasını istemiş, iki defa elçi göndererek isteğini tekrarlamışsa da sonuç alamamış, halifeye bir elçi daha yollayıp Karahanlı hükümdarlarına “zahîrü’d-devle, muînü halîfetillâh, melikü’ş-Şark ve’s-Sin” gibi unvan ve lakapların verilmesine rağmen putperest ülkelerde İslâmiyet’i yaymak için fetihler gerçekleştiren, halife adına kılıç kuşanan biri olarak kendisinden bu unvanların esirgenmesinden duyduğu üzüntüyü dile getirmiş, uzun süren bir mücadeleden sonra halifeden yemînü’d-devleye ilâveten “emînü’l-mille” unvanını almayı başarmıştır. Sultan Mahmud ayrıca “emîr-i âdil, gazi, veliyyü emîri’l-mü’minîn, el-melikü’l-kebîr, el-mücâhid, fâtihu bilâdi’l-Hind, el-muzaffer, el-mugallib” unvan ve lakaplarını da kullanmıştır.
Sultan unvanı ilk defa Hârûnürreşîd tarafından veziri Ca‘fer b. Yahyâ el-Bermekî’ye verilmiştir. Abbâsîler’in zayıfladığı dönemde valilere ve Büveyhî emîrlerine verilen sultan unvanı özellikle Gazneli Mahmud için yaygın biçimde kullanıldığından bu unvanı hükümdar olarak ilk defa Gazneli Mahmud’un aldığı kanaati genel kabul görmüştür. Sultan Mesud da “seyyidü’l-mülûk ve’s-selâtîn, zahîru halîfetillâh, hâfız-ı ibâdullah” gibi lakap ve unvanlarla anılmıştır. Diğer Gazneli sultanlarının da “sultân-ı muazzam, sultân-ı a‘zam, sultân-ı âdil, emîr-i hamîd, seyyidü’s-selâtîn, sultânü’d-devle” gibi çok sayıda unvan ve lakap aldıkları tesbit edilmiştir (Palabıyık, s. 114-129). Sultan unvanı sikkelerde ilk defa Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey tarafından kullanılmıştır. Büveyhîler sultan ve şehinşah unvanıyla birlikte “rüknüddevle, bahâüddevle, fahrüddevle, adudüddevle” gibi lakapları tercih etmiştir. Hûzistan ve Basra Emîri Hezâresb, Abbâsî Halifesi Kāim-Biemrillâh’a elçi gönderip kendisine melik unvanı verildiği takdirde 100.000 dinar gönderebileceğini söylemiş, ancak halife unvanın Selçuklu sultanlarına has olduğunu bildirerek bunu ancak Kirman Meliki Kavurd ile yapacağı mücadelede başarı gösterdiği takdirde kendisine verebileceğini söylemiştir.
Selçuklu hânedanının kurucusu Selçuk Bey “el-melikü’l-gāzî” unvanını almıştır. Selçuklu sultanları genelde Abbâsî halifeleri tarafından tevcih edilen unvan ve lakapları kullandıkları gibi es-sultânü’l-a‘zam, es-sultânü’l-muazzam, şâhanşah, melikü’l-mülûk gibi bazı unvan ve lakapları da kendileri için uygun görmüştür. Abbâsî halifelerini Sünnî İslâm dünyasının mânevî lideri kabul eden Selçuklu sultanları onlara saygıda kusur etmemeye çalışmış, halifelerin, saltanatlarını tasdik edip kendilerine unvan ve lakap tevcih etmelerini büyük bir şeref kabul etmiştir. Nizâmülmülk unvan ve lakapta liyakatin esas alındığını, bunların onu taşıyan kişiye uygun olması gerektiğini söyler. Ayrıca çoğalan her şeyin değerinin düştüğünü, unvan ve lakapların çoğalmasının da bunların değerini azalttığını, itibarını düşürdüğünü ifade eder. Nizâmülmülk sultan ve halifelerin unvan ve lakap konusunda özen gösterdiğini, çünkü memleketin şerefini korumanın bir yolunun da unvan, lakap, rütbe ve derecelerin korunması olduğunu belirtir. Sıradan insanların lakaplarıyla devlet adamlarının lakapları arasında mutlaka fark bulunması gerektiğini ifade eder. Unvan ve lakapların gelişigüzel kullanılmasının devletin itibarını sarsacağına dikkat çeker. Kimlerin hangi lakap ve unvanları alabileceğini tesbit ederek bunun adalet teşkilâtı ve sosyal hayat için ne kadar önem taşıdığını açıklar. Ona göre Türk emîrleri, kumandanları ve iktâ sahipleri “hüsâmü’d-devle, seyfü’d-devle, cemâlü’d-devle, zahîrü’d-devle ve şemsü’d-devle”; vezirler, tuğrâîler, müstevfîler, ârız-ı sultanlar, amîdler ve âmiller “amîdü’l-mülk, zahîrü’l-mülk, şemsü’l-mülk, kıvâmü’l-mülk, kemâlü’l-mülk, şerefü’l-mülk”; ulemâ ve kadılar “mecdü’d-dîn, şerefü’l-İslâm, seyfü’s-sünne, zeynü’ş-şerîa, fahrü’l-ulemâ” unvan ve lakaplarını kullanmalıdır.
Selçuklular’ın kuruluş döneminde Abbâsî Halifesi Kādir-Billâh kendisinden Horasan’da yerleşmek üzere bir şehir isteyen Tuğrul Bey’e gönderdiği mektupta ona “ed-dihkānü’l-celîl” (büyük toprak sahibi, reis) diye hitap etmiştir. 429’da (1038) ülkenin doğusunda Çağrı Bey adına melikü’l-mülûk unvanıyla hutbe okunuyordu. Çağrı Bey sikkelerde el-melikü’l-mansûr, melikü’l-mülûk Çağrı Bek unvanıyla anılmaktadır. Selçuklu reislerinden Mûsâ Yabgu 435 (1043-44) yılında Herat’ta basılan bir sikkede el-melikü’l-âdil ve nâsırü’d-dîn unvanlarına yer vermiştir. Selçuklular Nîşâbur’u ele geçirince (429/1038) Tuğrul Bey es-sultânü’l-muazzam unvanıyla kendi adına hutbe okutmuştur. Tuğrul Bey, Dandanakan Savaşı’ndan sonra kurulan saltanat çadırında Horasan emîri unvanıyla tebrikleri kabul etmişti. Önceleri emîr unvanını kullanan Tuğrul Bey 437 (1045-46) yılından itibaren sultan unvanıyla anılmıştır. Tuğrul Bey, Abbâsî halifesine elçi gönderip hükümdarlık şanına uygun unvan ve lakaplar istemiş, ancak halife bu isteği yerine getirmemiş, nihayet Tuğrul Bey İsfahan’ı kuşattığı sırada zor durumda kalan halkın ricası üzerine kuşatmaya son vermesi için hediyelerle birlikte bir mektup göndermiş, bu mektupta ona kehfü’l-müslimîn (müslümanların sığınağı) ve rüknü’d-dîn Sultan Tuğrul Bey unvanlarıyla hitap etmiştir. Bu unvan ve lakaplara karşı teşekkürlerini bildirmek üzere halifeye bir mektup, çeşitli hediyeler ve 10.000 dinar gönderen Tuğrul Bey bunları daha sonra mühürlerine de kazdırmıştır. Tuğrul Bey Bağdat’a geldikten sonra Abbâsî Halifesi Kāim-Biemrillâh kendisine rüknü’d-devle ve’d-dîn, yemînü emîri’l-mü’minîn, melikü’l-İslâm ve’l-müslimîn, burhânü emîri’l-mü’minîn lakaplarını vermiştir. Tuğrul Bey, Büveyhîler’in hizmetine giren Türk asıllı emîr Besâsîrî’ye karşı halifenin isteği üzerine düzenlediği seferden muzaffer olarak dönünce Halife Kāim-Biemrillâh, Dârülhilâfe’de tertip edilen törende ona bir kılıç kuşattıktan sonra şâhanşah, melikü’l-Meşrik ve’l-Mağrib unvanlarını da tevcih etmiştir. Kāim-Biemrillâh’ın kızı Seyyide Hatun ile evlenmekte ısrar eden Tuğrul Bey ile halifenin arası bozulmuş ve iki devlet arasındaki yazışmalara son verilmişti. Ancak halife, baskı ve ısrarlara dayanamayıp kızının Tuğrul Bey ile evlenmesine izin verdiği 13 Şâban 454 (22 Ağustos 1062) tarihli tevkīinde onun için şâhanşâhü’l-muazzam, melikü’l-Meşrik ve’l-Mağrib, rüknü’d-dîn unvan ve lakaplarına yer vermiştir. Tuğrul Bey’in inşâ divanında çalışmış olan devlet adamı ve tarihçi İbn Hassûl, Kitâbü Tafḍîli’l-etrâk adlı eserinde sultanın unvan ve lakaplarını şöyle sıralamaktadır: Sultânü’l-âlem, melikü’l-İslâm, şâhanşâhü’l-ecellül-a‘zam, rüknü’d-dîn, gıyâsü’l-müslimîn, bahâu dînillâh, sultânü ibâdillâh, mugīsü ibâdillâh Tuğrul Bey. Tuğrul Bey’in ardından sultan ilân edilen Çağrı Bey’in lakap ve unvanı müeyyidü’d-devle emîrü’l-ümerâ Ebü’l-Kāsım idi. Tuğrul Bey sikkelerde el-emîrü’l-ecel, el-emîrü’s-seyyid, es-sultânü’l-muazzam, şâhanşah, Ebû Tâlib, şâhanşâhü’l-ecel, rüknü’d-dîn, melikü’l-Meşrik ve’l-Mağrib unvan ve lakaplarını kullanmıştır.
Halife Kāim-Biemrillâh, 456 (1064) yılında Sultan Alparslan’ın saltanatını tasdik edip hil‘atler verdikten sonra gönderdiği menşurda dünyevî yetkilerini de devrettiği sultana şu lakap ve unvanlarla hitap ediyor ve hutbelerde bunlara yer verilmesini istiyordu: el-Veledü’l-müeyyed, şâhanşâhü’l-a‘zam, melikü’l-Meşrik ve’l-Mağrib, melikü’l-Arab ve’l-Acem, seyyidü mülûki’l-ümem, ziyâü’d-dîn, gıyâsü’l-müslimîn, melikü’l-İslâm, zahîrü’l-imâm, kehfü’l-enâm, adudü’d-devleti’l-Kāhire el-Abbâsiyye, tâcü’l-milleti’l-bâhire, sultânü diyâri’l-müslimîn ve burhânü emîri’l-mü’minîn, es-sultânü’l-a‘zam, Ebû Şücâ‘ Alparslan. Halife ayrıca Ani’nin fethinden sonra Alparslan’a Ebü’l-Feth lakabını tevcih etmiştir. Alparslan’ın bastırdığı sikkelerde şu unvan ve lakaplar yer almıştır: es-Sultânü’l-muazzam şâhanşâh melikü’l-İslâm, melikü’l-Meşrik ve’l-Mağrib, adudü’d-devle tâcü’l-mille, es-sultânü’l-muazzam şâhinşâhü’l-a‘zam. Alparslan, oğlu Melikşah’ı 458’de (1066) veliaht ilân etmiş ve Halife Kāim-Biemrillâh’a haber gönderip oğlunun veliahtlığının tasdik edilmesini istemiş, halife de Melikşah’a celâlü’d-devle ve cemâlü’l-mille, Alparslan’ın oğullarından Ayaz’a el-emîr şihâbü’d-devle, kutbü’l-mille unvanlarını tevcih etmiştir. Kāim-Biemrillâh, 2 Safer 466’da (7 Ekim 1073) düzenlenen törenle Sultan Melikşah’a kasîmü emîri’l-mü’minîn (halifenin ortağı) lakabı yanında yemînü emîri’l-mü’minîn, muizzü’d-dünyâ ve’d-dîn, celâlü’d-devle ve’d-dîn, ebülfeth unvan ve lakaplarını vermiştir. Sultan Melikşah ayrıca es-sultânü’l-a‘zam ve es-sultânü’l-âdil unvan ve lakaplarıyla anılmıştır.
Melikşah’ın ölümünden sonra Nizâmülmülk taraftarlarınca İsfahan ve Rey’de sultan ilân edilen Sultan Berkyaruk’un kaynaklarda şihâbü’d-devle, mecdü’l-mülk, burhânü emîri’l-mü’minîn, rüknü’d-dünyâ ve’d-dîn, yemînü emîri’l-mü’minîn, rüknü’d-devle, ebü’l-muzaffer es-sultânü’l-muazzam lakap ve unvanlarıyla anıldığı görülmektedir. Ağabeyi Sultan Berkyaruk’a karşı saltanat davasıyla ayaklanan Muhammed Tapar, 492 (1099) yılında kumandanlardan yeterli desteği görünce Halife Müstazhir-Billâh’tan kendi adına hutbe okutmasını istemiş, halife de onun adına hutbe okutmuş ve kendisine gıyâsü’d-dünyâ ve’d-dîn ebû şücâ, kasîmü emîri’l-mü’minîn unvan ve lakaplarını tevcih etmiştir. Muhammed Tapar’ın sikkelerinde gıyâsü’d-dünyâ ve’d-dîn, es-sultânü’l-muazzam, melikü’l-İslâm, gıyâsü’d-dünyâ ve’d-dîn ebû şücâ unvan ve lakaplarının yer aldığı bilinmektedir. Sultan Sencer, Gurlular’a karşı düzenlenen bir sefere katılması için Sîstan Meliki Tâceddin Ebü’l-Fazl Nasr b. Halef’e gönderdiği bir fermanda es-sultânü’l-a‘zamü’l-Mağribî ve’l-Meşrikī İskenderü’s-sânî unvan ve lakaplarını kullanmıştır. Sultan Sencer’in diğer unvan ve lakapları şöylece sıralanabilir: es-Sultânü’l-muazzam, hudâvend-i âlem, ebü’l-hâris, muizzü’d-dünyâ ve’d-dîn, nâsırü’d-dîn ebü’l-hâris, melikü’l-İslâm ve’l-müslimîn, imâd-ı âl-i Selçuk, yemînü emîri’l-mü’mîn, şâhin-şâhü’l-a‘zam sultân-ı Horasan, melikü rikâbi’l-ümem, seyyidü selâtîni’l-Arab ve’l-Acem, nâsırü dînillâh, mâlikü ibâdillâh, hâfızu bilâdillâh.
Kirman Selçukluları’nın kurucusu Kavurd Bey’in sikkelerde melikü’l-mülûk unvanını kullandığı görülmektedir. Irak Selçuklu sultanları es-sultânü’l-muazzam, şehinşâhü’l-muazzam, el-melikü’l-âdil; Anadolu Selçukluları sultan, melik, emîr, es-sultânü’l-kāhir, es-sultânü’l-muazzam, es-sultânü’l-gālib, sultânü’l-berr ve’l-bahreyn, sultânü’l-âlem, es-sultânü’l-a‘zam, seyyidü selâtîni’l-Arab ve’l-Acem unvanlarını almıştır. Anadolu Selçukluları’nın en güçlü hükümdarı I. Keykubad seyyidü selâtîni’l-Arab ve’l-Acem, es-sultânü’l-a‘zam, el-melikü’l-mansûr alâüddevle ve’d-dîn, nâsırü emîri’l-mü’minîn sultânü’l-berr ve’l-bahr ve’r-Rûm ve’ş-Şâm ve’l-Ermen ve’l-Efrenc gibi görkemli unvanlarla dikkat çeker. Suriye Selçuklu hükümdarları ise melik unvanıyla anılmaktaydı (Merçil, s. 30-37; Alptekin, III [1971], s. 563). Büyük Selçuklu sultanlarının mutlak vekili ve devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı Dîvân-ı A‘lâ’nın başkanı olan vezirler genel olarak sâhib-i ecell, el-müeyyed, el-mansûr, el-muzaffer, mecdü’l-mille ve’d-dîn, sadr, sadrü’l-İslâm ve’l-müslimîn, nizâmü’l-mülûk ve’s-selâtîn, kıvâmü’l-mülk ve’l-ümme, tâcü’l-memâlik ve’l-mille, safiyyü’l-imâm ve mecdü’l-enâm, seyyidü’l-vüzerâ fi’l-âlemîn, hâce, hâce-i büzürg, sâhib, sâhib-i dîvân-ı devlet, sâhib-i dîvân-ı saltanat, destûr gibi unvan ve lakaplar kullanmıştır.
Hârizmşahlar Devleti hükümdarları hârizmşah unvanı yanında çeşitli lakaplarla birlikte sultan unvanıyla da anılmıştır. Büyük Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu Cengiz, han unvanını alırken torunu Hülâgu tarafından İran’da kurulan İlhanlılar, Büyük Han’a tâbi olarak “idarelerine verilen bölgelerin hükümdarı” anlamında ilhan (iltan), bazı İlhanlı hükümdarları da kağan (kaan) unvanına el-âdil, el-a‘zam gibi sıfatlarla birlikte yer vermiştir. İslâmiyet’i İlhanlılar’ın resmî dini olarak ilân eden Gāzân Han pâdişâh-ı İslâm, sultân-ı İslâm, es-sultânü’l-a‘zam; Sultan Olcaytu Han es-sultân hâmî-i havzatü’l-İslâm ve’l-îmân, gıyâsü’d-dünyâ ve’d-dîn; son büyük İlhanlı hükümdarı Ebû Said ise es-sultânü’l-a‘zam, ulu sultan ve bahadır han unvanlarıyla anılmıştır. Delhi sultanlarından Kutbüddin Aybeg es-sultânü’l-muazzam, sultân-ı kerîm, rikābü’l-ümem, seyyidü’t-Türk ve’l-Acem, el-melikü’l-müeyyed, muzaffer, mansûr, âdil, mücahid, gazi, ekremü’l-mülûk ve’s-selâtîn; İltutmış es-sultânü’l-a‘zam, şehinşâhü’l-muazzam, zıllullāh fi’l-âlem, sultânü selâtîni’ş-şark; Fîrûz Şah Tuğluk seyfü emîri’l-mü’minîn ve nâibü emîri’l-mü’minîn gibi unvanlar kullanmıştır (Kortel, s. 32-40). Delhi sultanlarından Alâeddin Halacî imâm-ı muazzam, halîfe-i seyyid-i kâinat unvanını benimsemiştir. Timur kendi adamları tarafından halife unvanıyla anılırdı (Barthold, s. 81). Şah İsmâil halîfetü’z-zamân, nâşirü’l-adl ve’l-ihsân, el-imâmü’l-âdil, el-kâmil, el-hâdî, el-gāzi, el-vâlî unvan ve lakapları almıştır. Ortaçağ’da kurulan Türk-İslâm devletlerinde unvan ve lakaplar hâkimiyetin sembolü kabul edilmiş, hem halifeler hem sultanlar hutbe ve sikkelerde bu unvan ve lakapların yer almasına büyük önem vermiştir.
Kağandan, Sultan’a Türk Hükümdarının Unvan Evrimi – Porsuk Kultur
Kaan, qaqan unvanı, Türk tarihinin başlangıcından son devirlere kadar gördüğümüz, tarihin etrafında döndüğü en önemli unvanlardır. Türk tarihinin ilk devirlerinde, Asya Hunlarında, Şan-yü ve Tan-hu unvanı olarak karşımıza çıkan hükümdar ifadesi, 3.yüzyıldan itibaren Han ve Kağan unvanına evrilmiştir. Bu unvanlar, Türk tarihinde İslam öncesi ve sonrası da kullanılmaya devam etmiştir. Han unvanı, Türk devletleri ile birlikte Moğol Devleti’nde de görülmektedir. 1206 kurultayından sonra Moğol reisi Temuçin, Cengiz Han unvanı ile tüm Moğolların Hanı olmuştur, buna mukabil rakibi, Camuka’da kendisini Gur-Han ilan ettirmiştir. Ayrıca bilindiği üzere, Temuçin gençliğinde Kereit Tuğrul Han’ın emrine girmişti. Buradan Han unvanının Moğol Devleti’nin kabileler federasyonu olduğu ve tam siyasi birlik olarak kurulamadığı dönemlerde dahi kullanıldığının anlıyoruz Han unvanı, Türk Devletleri’nden Göktürklerde de görülmektedir, Ayrıca Kırgızlarda İnal Han unvanı, bu terimin Kırgızlarda da kullanıldığını göstermektedir.
Han unvanı Türk Moğol Devleti’nde, Cengiz Han sonrası, Kağan veya Moğolca olarak Kaan terimine yerine bıraktığı görülür. Dört ulusa ayrılan Türk Moğol Devleti’nde Ögeday ile birlikte Kaan unvanı kullanılmaya başlanmıştır. Büyük Kaan olan Ögeday ardından Güyük, Mengü ve Kubilay, Kaan unvanını taşımışlar fakat Büyük Kaanlığa bağlı uluslar Han unvanı ile tanınmışlardır. Örneğin, Çağatay ulusunda Çağatay Han ve sonrası halefleri, Altınorda da Cuci Han ve sonrası asıl kurucu kabul edilen Batu Han (Sayın Han), İlhanlılar da, İlhan olarak tesmiye edilen Hülagü ve sonrası Abaga Han ve halefleri daima Han unvanını kullanmışlardır. Fakat İlhanlılar Devleti’nde, Han unvanından farklı olarak kendini Kaan ilan eden ve sikkelerinde Büyük Kaan yerine kendi adını Kaan olarak bastıran ilk hükümdar Gâzân Mahmud Han’dır. Bu durum, İlhanlıların onun döneminde şube hanlık seviyesinden bağımsız bir devlete dönüştüğünün göstergesidir. Kendilerini Cengiz nesline bağlayan, Altınorda sonrası kurulan, Kazan, Kasım, Sibir, Astrahan, Kırım Hanlıkları da adlarından anlaşılacağı gibi Han unvanını almışlardır. Türkistan’da Kazak Hanlığı ve Özbek Şeybânî Hanlığı ve devamı Batı Türkistan hanlıkları olan geçen Buhara, Hokand, Hive Hanlıkları da Han unvanını, kendilerini Cengiz nesline bağladıkları için kullanmışlardır. Buhara Hanlığı’nda, Mangıt kabilesinin tahtı ele geçirmesi ile Hanlık yerini İslami meşruiyete yöneltmiş ve Cengiz nesli olmayan, Şah Murad, Şah Haydar gibi hükümdarlar ve onların halefleri, Han unvanı yerine Emir unvanını kullanmışlardır. Han unvanı, Harizmşahlar Devleti’nde, farklı bir anlam kazandığı görülmektedir. Bu değişim, Harizmşahlar Devleti’nde, ordunun büyük komutanlarına Han unvanının verilmesiyle görülür. Aynı şekilde, Hindistan’da kurulan Delhi Türk Sultanlığında da Han unvanı, devletin büyük emir ve valililerine verilen bir unvan olarak kaynaklarda yer almaktadır.
Kağan,eski Türk Devletleri’nde ve Türk Moğol Devleti’nde, devletin ve milletin başındaki yöneticidir. Kağan unvanı, Oğuz Han’dan itibaren evrensel eski Türk devlet unvanı olarak karşımıza çıkar ve Hazar Kağanlığı bildiğimiz en ünlü büyük Türk Kağanlığıdır. Kağan devletin başına nesebe göre geçerdi, eski Türk Devletleri’nde Kağan olabilmek için Tanrıdan Kut alınması inancı yaygındır. Kağan, devleti kurultayda beylerine danışarak yönetmektedir. Kağanlık veraseti kesin olarak belli değildir. Kağanlık en büyük oğula da, en küçük oğula da ya da kardeşlere eğer kimse yoksa başka akraba kişilere de geçebilmektedir. Kağan ülkenin refahı ve ferahı için çalışmakla yükümlüdür. İslam’dan sonra Kağan unvanı yavaş yavaş yerini, Sultan, Şah, Padişah gibi unvanlara bırakmaya başlamıştır. Hakan unvanı ise, Kağan ve Han unvanlarının Arapça halidir, hükümdara Hakan denmesi Karahanlı Devleti’nde görülmektedir. Efsanevi Afrasyap soyundan geldiklerine inanılan Karahanlı sülalesinin hükümdarlarına, Hakaniyeliler de denilmektedir.
Sultan ise Türk Devlet sisteminin İslam’dan sonra kullandığı bir unvandır. Hatta Han unvanı ile birlikte Türk Devletleri’nde en fazla sayıda kullanılan unvan olduğu göze çarpmaktadır. Kadınlar ve erkeklerde de kullanılır. Osmanlı Devleti’nde Padişahın isminin önünde, harem üyesi kadınların ise isimlerinin sonunda kullanıldığı görülmektedir. Türk İslam tarihinde ilk Sultan unvanını Gazneliler Devleti’nde, Sultan olarak Gazneli Mahmud kullanmıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nde Sultan unvanını, Abbasi Halifesinden doğrudan alan ve Bağdat şehri camilerinde hutbelerde adı doğrudan Sultan unvanı ile okunan ilk hükümdar Sultan Alparslan’dır. Unvan ayrıca, Harizmşahlar Devleti’nde, Türkiye Selçuklu Devleti’nde, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Devletleri’nde, Memlukler Devleti’nde, diğer beylik ve devletlerde kullanılmaktadır. Sultan unvanı, Osmanlı Devleti’nde alışıldığı üzere sadece devleti yöneten kimseye verilmediği örneği Türkistan, Mısır ve İran coğrafyasında görülebilir. Fatımi Halifeliğinde, devletin vezirleri sultan unvanına sahipken, İran coğrafyasında Safevi Devleti’nde, Emirlere bu unvan verilmektedir. Türkistan coğrafyasında da Kazak Hanlığı ve Cüzlerine mensup soylular Sultan unvanını taşıyorlardır.
Sözlükte, güç, kuvvet, otorite, iktidar anlamında bir kavram olan Sultan, Kuran-ı Kerimde, hüccet, mucize, mutlak güç ve üstünlük manasında geçmektedir. Asr-ı saadetten itibaren, yönetici, hükümdar, devlet başkanı anlamında kullanıldığı görülmektedir. Sultan kelimesinin bir unvan olarak siyasi, idari manada ilk defa Abbasi Halifesi Harun Reşid tarafından veziri Cafer bin Yahya el Bermeki ye veriliği bilinmektedir. Sultan unvanı bugün ki Afganistan ve Doğu İranda müstakil bir hâkimiyet kuran Gazneli Mahmud için devrin kaynaklarında yaygın biçimde geçmektedir. Bununla birlikte kelimenin İslam dünyasında siyasi bir unvan olarak yayılması Selçuklular zamanında olmuştur.
Sikkeler üzerinde ilk defa, Selçuklu Devleti’nin kurucusu Tuğrul Bey adına 1038 de Hemedanda bastırılan paranın üstünde es Sultan’ül Muazzam şeklinde yer almıştır. 1058 yılında Bağdada giren ve bizzat Halife Kaim Biemrillah tarafından tahta oturtulan Tuğrul Bey’e Halife, Sultanül Meşrik vel Mağrib unvanını vermiştir. 11 ve 12. Yüzyıllarda Sultan kelimesi Farsça bir unvan olan Şah ile birleştirilerek, Sultanşah şeklinde bilhassa şehzadeler için kullanılmıştır. Selçuklu hanedanının, Kirman ve Suriye kolu ile Harizmşahlar Devleti’nde de bu adı taşıyan şehzadelerin varlığı bilinmektedir. Bununla birlikte, kelime bu dönemde de siyasi, idari anlamını korumuştur 13.yüzyıl ortalarına ait bazı belgelerde Sultan unvanının Türkiye Selçuklu Devleti’nde de hükümdarın özel alameti olarak adeta bir tuğra gibi kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kelime, Selçuklulardan sonra kısa sürede İslam dünyasına yayılmış ve Harizmşahlar’ın yanı sıra Eyyubiler tarafından da benimsenmiştir. 13.yüzyılın ortalarında kullanımı daha da yayılarak devam etmiştir. Sultanın bu dönemde zaman zaman şairler tarafından küçük mahalli hükümdarlar içinde kullandığı görülmektedir.
Unvanın gelişimi Memlukler Devleti’nde devam etmiştir. Memluklerde kelimenin zaman zaman Sultan-ül İslam es Sultan’ül Zam, Sultan’ül Selâtin şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Sultan kelimesi İran coğrafyasında, İlhanlıların kuruluşunu takip eden yıllarda yerini Türkçe, İlhan ve Han unvanlarına bırakmıştır. Kaynaklarda, İlhanlılar hükümdarından ilk defa Ahmet Teküder’in İslam dinini kabulünün ardından Han unvanı yerine Sultan unvanını kullanmaya başladığı kaydedilmektedir. Sultan unvanı, Osmanlı Devleti’nde ilk defa Orhan Gazi’nin sikkelerinde olmak üzere padişahlar tarafından kullanılmıştır. Sultan kelimesi unvan olarak bir de karşımıza Türkistan coğrafyasında Kazak Hanlığı’nda çıkmaktadır. Kazaklar, Han soyundan gelen, yani aristokrat beylere Sultan unvanı vermektedirler. Sultanlar, halkın sosyal ve idari işlerinde, kanaat önderi vazifesini görmektedirler. Ayrıca, devletin yönetim mekanizmasında, meclislerde Hana danışmanlık yaparak önemli kararları tartışan, bunları oylayarak karar alan bir heyet görevi görmektedirler.