Elli yıllık bir belge: Hızırla Kırk Saat, Zarifoğlu’nu nasıl heyecanlandırmış
Turan Karataş’ın “Doğu’nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç” adlı çalışmasında üç cümlelik bir alıntı gördüm. A. Cahit Zarifgil’in Hızırla Kırk Saat’i “roman”a ve “opera”ya benzettiğini bildiren cümleleriydi bunlar. Bugün gazetesinin 23 Kasım 1967 tarihli sayısının 4. ve 5. sayfalarında yayımlanan “Müjde ve ziyafet” başlıklı yazının tamamını Yeni Şafak Kitap okurlarına sunuyorum. Cahit Zarifoğlu külliyatını zenginleştirecek ilginç ve önemli bir yazı bu:
Felç olmuş bir devir ve toplum psikolojisi içinde, canlılık müjdesi veren ve ziyafetini de beraberinde veren bir uzuv kımıldadı. Birazdan sözünü edeceğimiz kitap bu müjdenin ilk işareti değil. Başka işaretlerle ümidi verilen fakat şimdi kat’i işareti.
“HIZIRLA KIRK SAAT” (1)
İlk işaretler:
1959 KÖRFEZ (2)
1962 ŞAHDAMAR
Senelerdir verdiği örneklerle pek az Türk olan ve esirliğini hatta övüne övüne ilân eden esir modern Türk edebiyatında, “Hızırla Kırk Saat” şiiri, Türk şiirinin kendi kaynağına dönme ve kendi olma, özgürlüğünü ilân etme ve kendi bayrağını kullanma savaşı ve zaferi. Onda her türlü esaret unsurundan özentisiz ve kendiliğinden ayrı kalmış, fakat kaçınılmaz batıdan gerekli olanları da almayı başarmış bir özgürlük vardır. Batıdan alınanlar, daha önce batıya gönderilenlerden başkaları değildir. Onlar bir anlamda, alınabilir hale gelmeleri için, batı dünyasına çileye gönderilmiş olanlardır. Gitmişler, yabancılık çekmişler, batı kafasında yuğrulmuşlar, bu arada batıyı batı yapmışlar bizim kapılarımıza ise ölüler olarak yığılmışlar. Batıcılarımız bunlarla ilgilenmezler. Bunu göremezler. Onlar batıda, batının kendi içinden kendi için çoğalttığı kendi normallerine, anormal olarak küçüklükle yöneldiler. Sezai KARAKOÇ ise sınıra kadar gelip yığılmış ölüleri gördü. Onları aldı, işaretlerle diriltti, içerdeki büyük diriye kattı. Doğunun bu son şiir abidesinde batı (ya da batı etkisi diyelim) doğudan çıkmış batı olarak, canlandırılmaya da muhtaç olarak, büyük diriye yer yer katılmış eriyiklerden ibaret.
Sezai Karakoç’a, bu metafizik ustasına destursuz yaklaşmaya imkân yok. Üstelik “Körfez”, “Şahdamar” şiir kitapları, “Yunus Emre” incelemesi, “İslâmın Dirilişi”, “İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü”, ve “Yazılar (İslâm, Farklar, Dirilişin Çevresinde)” kitaplarıyla açmaya başladığı sofrada yiyecekler çok çeşitli. Çok çeşitli fakat hepsi bir sofrada.
Bütün kitaplarıyla ele alınıp, kurmakta olduğu orijinal fikir dünyasına geniş incelemelerle girilirse, sanatına daha kuvvetli bir ışık tutulabilir. Şiirinin sırf sanat yönünden incelenmesi ise (özellikle Hızırla Kırk Saat) geniş ve sabırlı bir çalışmayı gerektiriyor. Derinlemesine kültürlü, yakalayıcı, açıklayıcı zeki başlar gerektiriyor. Bunun yokluğunu, bu orijinal şairin, orijinal zekânın trajiği olarak görüyorum.
“Hızırla Kırk Saat”a destan ağırlığı taşıyan, insana bu baskıyı yapan bir roman diyeceğim gelir. Asırların amacı olarak biriken bir medeniyetin iç romanı. Fakat bir yerde de çabuk bir deyişle, bir açıklamayı da mümkün kılacağı için, bir opera. Fakat Richart Wagner operası. Bunu eserin yoğunluğu, her yerinin, başka her yeri ile derin ilgisi yüzünden, bütünün kendi kendi ile yaptığı g(i)riftlik yüzünden söylüyoruz. Nasıl ki Wagner’in müziğinde notalar birbirinden ayrı düşmezler, her nota sonrakilere işaretler yollar, evvelkilerin hatırasını belli eder.
Aynı hassayı “Hızırla kırk Saat”ta görmek için 125 sayfalık kitaptan herhangi bir parçayı okumak yeter.
“…………………
……………….
Kur’an dinlemişte ondan boyun eğmişlerdir sanki
Yaşamak sırrına bizden önce ermişlerdir sanki
Kendilerini bir ses uğruna kurban vermişlerdir sanki
Dağlarda yankılanmışlar derelerde ağarmışlardır sanki
Düşlerinde Mekke’ye varmışlardır sanki”
“Saatlerini çabuk tüket ayını ve yıldızlarını yak ey gece
Bizim kalbimizde kurbanlar kesilmeden önce”
Kurban bayramını anlatan bölümden aldığımız bu birkaç mısrada görüldüğü gibi, ölüm, kurban, Kur’an, ahret gibi kavramlar ve tabiata verilen ilâhî tavır, kurbanlığa atfedilen şuur v.s. ile kollarını derhal İslâm din ve inancının bütün derinliklerine uzatan anlatış tarzı, mükemmellik hissini uyandıran BÜTÜN’le devamlı bir ilgi sağlamaktadır.
Dinî kavramların ve yaşantıların “dünya ötesi”likleri, önce yeryüzüne inmekte, insanla direk ilgi kurmakta, tabiatı etkilemekte, hatta tabiattan etkilenmekte ve ondan sonra, bunlarla da yüklenmiş olarak yeniden “dünya ötesi” olmaktadırlar. Başka ve anlaşılır bir deyişle Büyük BÜTÜN olarak adlandırdığımız ve fonu tutan İslâm dininin beşeri oluşu da hissedilmektedir. Tasviri yapılan kurbanlığa bilerek ve arzu duyarak ve hazırlanarak Allah’a kurban olma şuuru verilirken ve onun bu hazırlık ve saatını bekleyişi sırasında, tabiatla, kendi eti, canı ve toprağın kanunlarıyla yaptığı mistik anlaşma sık sık, dinin dış kalıbını nizam ve kanunlarını aşıp, mistik alışverişlerin tadları halinde belirmektedir.
Kurbanla ilgili bu iki sayfalık bölümün baş tarafındaki: “Kurban bayramında ortalık ışımadan uyanılır lâmbalar yakılır koyunlar üstüne bir ışık düşer dağ ışığı önce
Kurban bıçak sesini duyar horoz sesinden önce”
Mısralarıyla keskin, çarpan ve çarpıcılığı geçici olmayan tabloda, normal ve alışılmış bir şekilde girilen bir bayram sabahını, insanların kasaba ve köylerde bayram sabahı uyanmalarını, hazırlığa başlamalarını, evdeki bayram heyecanı ve çabukluğunu anneleri, komşuları, bahçedeki bayramlığı merak eden çocukları göz önüne getiren ilk mısradan sonra, kurbanlık çok başka bir hüviyete sahip olarak sahneye ağırlığını birden koymaktadır. İlâhî nefes ışık halin/de, gözle görülerek adetâ, koyunun üzerine düşüp onu aydınlatmaktadır. Sakin satıh altında, insan mantık ve idrakinin yaklaşamıyacağı için duyduğu dehşet hissi, ve “Kurban bıçak sesini duyar horoz sesinden önce” mısraının kati olarak verdiği sonuç:
Kurbanlık kurban edilmiştir. Horoz ondan sonra ötecektir. Fakat kurban öyle bir inançla kurban edilmiştir ki, horozun kurbandan sonra çıkacak olan sesi, ölü kurbanlık için duyulmayacak olan bir ses değildir. O duymaz değildir. Çünkü o:
“Bu ne uslu yumuşacık yaratıklardır ki
Kilometrelerce
Günlerce
Yolu aşaralar sabah kuşluk öğle
İkindi ve çöldedirler akşamları
Ve sonra yorgun doldururlar çarşıları
Ve top patlamadan önce
Herbiri başları gündoğusuna dönük
Bir evin önündedir
Çocukların önündedir”
“Çocuk ellerinden alırlar son dünya yeşilliğini
Bir bengisu gibi içerler
Sularını”
“Saatlerini çabuk tüket ey kutlu gece
Kurban bayramıdır en derin bayram bence”
“Hızırla Kırk Saat” için bir opera, Wagner operası deyişimizi kısmen açıklamak için kitaptan rastgele açtığımız bir sayfasından aldığımız bu parçalar için bunları söyledik. Değil Sezai Karakoç’un bütün eserlerini inceleyip, fikir dünyasının içinden bakarak şiirini açıklamak, bu kitabının bile bütününü ele almadan bir bölümü üzerine söylediklerimiz, eser için bir şey söylemiş olmaz. Fakat belki bazı ipuçları verir.
İlerki yazılarımızda “Hızırla Kırk Saat”ı çeşitli açılardan ele alacak, söylenmesi gerekli bir çok şeyden bazılarını söylemeye çalışacak, özellikle Türk şiirine getirdiği yenilikten, kalıcılık vadeden özelliklerinden, sol’a karşı sağ’da diktiği taşın zaferinden söz edeceğiz.
Hızırla Kırk Saat – Şiirler III – Sezai Karakoç Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Hızırla Kırk Saat – Şiirler III kimin eseri? Hızırla Kırk Saat – Şiirler III kitabının yazarı kimdir? Hızırla Kırk Saat – Şiirler III konusu ve anafikri nedir? Hızırla Kırk Saat – Şiirler III kitabı ne anlatıyor? Hızırla Kırk Saat – Şiirler III kitabının yazarı Sezai Karakoç kimdir? İşte Hızırla Kırk Saat – Şiirler III kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi…
Kitap Künyesi
Yazar:Sezai Karakoç
Yayın Evi: Diriliş Yayınları
İSBN: 3002567100289
Sayfa Sayısı: 128
Hızırla Kırk Saat – Şiirler III Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Bu kitabı oluşturan şiirler, 1967 yılı Mayıs-Haziran aylarında yazılmış ve doğrudan kitap olarak yayınlanmıştır. Kitabın bütün baskıları Diriliş Yayını olmakla birlikte, sadece ikinci baskı, Fatih Yayınevince yapılmıştır. 31. Bölümdeki Batı Korosu
nun (aslı fransızca) çevirisi “Edebiyat Yazıları III – Eğik Ehramlar” isimli eserimizde bulunmaktadır.
Hızırla Kırk Saat – Şiirler III Alıntıları – Sözleri
Hızırla Kırk Saat – Şiirler III İncelemesi – Şahsi Yorumlar
Hızırla Kırk Saat: Sezai Karakoç’un 1967 yılının mayıs ve haziran aylarında her gün bir saatini verip 40 gün boyunca İstanbul Denizkapı’daki kahvehanelerde yazdığı şiirlerden oluşan kitabı. Hızır’ın şair kılığına değil şairin Hızır kılığına büründüğü bir şiir. Sezai Karakoç Hızır kılığında her bir bölümde dünyamızın ve tarihimizin bir başka yerindedir. Bir gün Musa ile Kızıldeniz’i aşarken bir gün ilk vahyin geldiği Hira’dadır. Bir bakmışız ki Ashabı Kehf mağarasında yedi uyurlar arasındayken ansızın düşer hicret yollarında Arabistan’da bir çöle. Şiiri anlamak ve anlamlayabilmek için hem Sezai Karakoç’un hem de İkinci Yeni şiirinin diline alışkın ve hakim olmak gerek. Ve ardı sıra kitabın içine girdiğinizde yanınıza Hızır’ı alıp büyülü bir dünyada yollara koyuluyorsunuz. Şiire ilgi duyanların okumasını tavsiye ederim. Ayrıyetten İslam Tarihi konusunda düşünce geliştirmek isteyen kişilerin de Hızırla Kırk Saat adlı eseri mutlak anlamda incelemeleri gerekir kanaatimce. Kitabın içinde geçen bazı olayları sıralayacağım; Savaş-Ortadoğu, Hz.Meryem ve Hz.İsa’nın doğumu, Hz.Musa ve Hızır’ın yolculuğu, Kurban Bayramı, Ashabı Kehf, Veda Hutbesi, Hallacı Mansur, Hz Musa ve firavun-Mucizeler, Miraç, Efendimiz’in doğumu, İlk vahiy, Hicret, Efendimiz’in vefatı, Kıyamet. (Veysel Atasoy)
Tevâfuken yollarımız bir an da bu kitap ile kesişti. Okuma planlarımda yokken kendimi sayfalardan ayıramaz buldum. Üstad’ın her kitabı benim için çok kıymetli kendisi her yazardan çok çok farklı bir yerde. Bir yazarın ikinci veya üçüncü kitabını okumak beni hep usandırırken bunun asla olmadığı 2-3 yazardan biri Ve bir de ona karşı çok büyük bir özlem var içimde tabii. Ondan bir ders bile olsun almak hayalinde iken dersleri kitaplarından almak zorunda kalmak mahzun bırakıyor. Üstad’ın 40 şiirinin bulunduğu bu kitapta çok güzel bir kitaptı birçok şiiri okurken gözlerim doldu. Onun Peygamberص aşkı,tasvir edişi apayrıydı. Kesinlikle okunması lazım. (Şeyma EKİNCİ)
Sezai Karakoç 40 gün boyunca deniz kenarında bir saatini ayırıp Hızır ile randevusundan doğan ve sonsuzluğa karşı haykırılan şiirler… Sezai Karakoç’un şiirleri ile insan adeta bir zaman yolculuğuna çıkmış gibi hissediyor. Çöllerde, güneşin sıcağında, savaşın göbeğinde, camide, havrada ,katedralde, doğuda, batıda, geçmişte, günümüzde, daha birçok yer ve durum içerisinde bulunabilmek oldukça farklı bir tesir bırakıyor. Kâh Bağdat’ta, Buhara’da, Semerkant’ta, Filistin’de, Kudüs’te, Mekke’de İslam ruhunu yansıtan bu şehirlerde dolaşıyor… Kâh Hz. Muhammed, Nuh, Yusuf, Yunus, Zekeriya Musa, İsa ve daha birçok peygamberin İslam tarihi içindeki önemli olayları ile şaşkınlık içine giriyor. Oradan da günümüz ve İslam medeniyetlerinin yaşadığı buhranı göz önüne getirip sarsılıyoruz. Uzun bir tarihi yolculuk ile İslam ve peygamberler tarihine dair birçok olaya dair bir nevi tarihi hikâyeler şeklinde yazılmış şiirler ile ruh dolu, düşündürücü bir tablo ile örülü etkileyici şiirler yer alıyor. (S.C)
Kitabın Yazarı Sezai Karakoç Kimdir?
Rivayetlere göre babası Yasin Efendi’nin Muhammed Sezai adını verdiği, ancak ismi nüfus kayıtlarına yanlışlıkla Ahmet Sezai olarak geçirilen Karakoç, 1933’te Ergani’de dünyaya geldi.
İlkokul ve ortaokulu Diyarbakır ve Maraş’ta parasız yatılı okuduktan sonra, lise öğrenimini Gaziantep’te tamamladı.
Ahmet Sezai Karakoç, liseyi bitirdikten sonra çok istediği felsefe bölümünde okumak üzere İstanbul’a geldi, ancak bu bölüme kayıt yaptırdığı halde, maddi zorluklar nedeniyle girdiği sınavını kazandığı Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne burslu öğrenci olarak yerleşti ve 1955’te Mülkiye’den mezun oldu.
Karakoç, 1959-1965 yılları arasında Maliye Müfettiş Yardımcılığı ve Gelirler Kontrolörlüğü görevlerinde bulundu, vatani görevini yedek subay olarak yaptı, 1973’te memurluk görevinden ayrıldı ve ayrıca 1967 yılında ”İslamın Dirilişi” adlı kitabından dolayı yargılandı.
Sezai Karakoç’un Hızırla yolculuğu: “Hızırla Kırk Saat”
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
nasıl sileceğimi öğretmediniz
Bir kentten daha geçtim
Buğdayları yakıyorlardı
Yedikleri pirinçti
Birbirlerine açılan borular gibi üfürüyorlardı
Sonra birbirlerinden borular gibi çıkıyorlardı
Pirinçler gibi çoğalıyorlardı
Atlarını yalnız atlarını cana yakın buldum
Öpüp çıkıp gittim yelelerini”