Agarta Yeraltı Dünya Devleti, çağımızda, insanlığın içine sokulduğu uyanış, idrâkleniş sürecinde, dolaylı ve dolaysız yollarla yapıldığı geniş işlevi ve etkisi ile yeryüzünün toplumsal her türlü eylem ve girişimlerinde söz sahibi olarak, yeryüzünün derin yeraltı yapay yerleşim sitelerinde görkemli çalışmalarını sürdürmektedirler. Araştırmalar, gözlemler ve gelenekler böyle söylüyor. Onbinlerce Yıl önce, dış dünyaların üstün senyörleri tarafından kurulduğu belirtilen bu bilgelik ülkesinin, son derece gelişmiş milyonlarca vatandaşı ile, yeryüzünün derin yapay mağara sistemleri içersine yerleşerek, buralardan dünya insanları aralarına zaman zaman dahil edilen yüksek ve kimliği çoğu zaman saklı üstadlar, liderler, bilim adamları vb. vasıtasıyle beşeri evrim ve gelişimin belirli bir program üzere gerçekleşmesini sağladıklarını, çeşitli kaynaklar ifade etmektedirler. Bu yapıtla, Yeraltı Uygarlığı’ na ilişkin, bazı Doğu ve Batı kaynaklarından alınan görüş, yorum ve bilgiler bir araya getirilmişler ve iddiasız olarak sunulmuşlardır. Ne var ki, Hakikâtler’ in esas kendileri olmayan bu bilgiler, şimdilik hiç değilse, belirli bir önbilgi ve kavram oluşturmak bakımından önemlidir.
1. Bölüm – Tufan Öncesi Koloniler
Alman yazar, K.K. Doberer “The Goldmakers” adlı kitabında şu düşünceyi belirtir : “Atlantis’ in bilge kişilerinin görüşlerine göre büyük tehlikeden kaçmanın bir yolu da göç etmektir. Akdeniz üzerinden doğuya doğru ilerleyerek Asya topraklarına varıp DÜNYA’ NIN DAMI’ nda koloniler kurmaktı. (Himalayalar’ da)” Bu, şaşırtıcı bir tahmin olmasına rağmen, belki de gerçeklerden pek uzak değildir. “İyi Kanun” un yüksek rahipleri ve prensleri kültür ve teknolojilerinin tüm meyvaları ile birlikte, yeryüzünün güvence içindeki uzak bir köşesine havadan nakledilmiş olabilirlerdi. İlimlerini, küçük, tümüyle tecrit edilmiş topluluklarda, akademilerimizce bile tahayyül edilemiyecek yüksekliklere değin gelişmiş olabilirlerdi. Görünürde fantastik olan bu kurama ağırlık kazandıracak kanıtlar mevcuttur.
Mahabharata Destanı’ nda, göklerde uçakların uçtuğu ve kentler üzerine tahrip edici bombaların atıldığı eski bir devirden bahsolunur. Zalim savaşlar yapılmış ve kötülük serbestçe hükmetmiştir. Jeolojik tufandan az önce olanların muhtemel görüntüsünü eski yazıtlardan ve çoğu ırkların efsanelerinden faydalanarak yeniden kurabiliriz.
Kültürlerin sonunun geldiği ve insanlığın ilerleyişini tehlikeye girdiğini farkeden bir grup açık görüşlü filozof ve bilgin, dünyanın erişilmesi imkânsız bölgelerine çekilmeye karar verdiler. Dağlarda gizli yeraltı sığınakları inşa edildi. Himalayalar’ daki saklı vadiler, uyanış meşalesini geleceğe ulaştıracak birkaç seçkin kişiye tahsis edilmişti.
a- Birleşmiş Milletler’ce Bilinmeyen Devlet :
Okyanus, Atlantis’ i kapladığı zaman bundan kurtulan koloniler, yıkılmış olan İmparatorluğun hatalarını tekrarlamaktan kaçınarak bir ütopya inşa etmek üzere ayakta bırakılmışlardı. Barbarlık ve cehaletten uzakta kalan bu topluluklar, tecrit olmakla korunarak geliştiler. Daha başından, dış dünya ile bütün teması kesmeye karar verilmişti. Hiçbir engelle rastlanmayan bilimleri gelişerek, Atlantis’ in başarılarını geride bıraktı.
Bu anlatımlar bir fantazi mi? Yine de, günümüzün bazı bilim adamları, şimdiden, gelebilecek bir atom afetine karşı yeraltı sığınakları ve hâtta yeraltı kentleri önermişlerdir. Kentlerin boşaltılması ve yeraltı kasabalarının inşa edilmesi, insanlığın devamlılığını garantiye almak için gösterilen çaba dahilinde sorumluluklarını anlayan bilim adamlarınca teklif edilen projelerdir. Eğer böyle bir plân bugünün bilim adamlarınca da düşünülüyorsa, insanlığın ahlâki çöküşü ve “Brahma’ nın onbinlerce güneş gibi parlayan silahı” nın tehlikesi ile karşılaşıldığında Atlantis’ in kültürel liderlerince buna benzer bir projenin önerilip gerçekleştirilmesi mümkün değil midir?
Unutulmuş bir devirde bir teknolojiye sahip olmuş güçlü bir devlet görüntüsü, aklıbaşında bilimsel düşüncenin çerçevesi içinde pekâlâ yer alabilir. Nükleer fiziğin öncülerinden Prof. Frederick Soddy, 1909′ da, eskilerin bilimsel geleneklerinin, “dünyanın kaydolunmamış tarihindeki geçmiş birçok devirlerin birinden, bugün bizim yürümekte olduğumuz yolu önceden tamamlamış olan bir insanlık çağından kopup gelen bir yankı” olabileceğini söylemiştir. Bir medeniyetin ürünlerini, yıkıcı savaşların ve jeolojik afetlerin tehlikelerine karşı belirsiz bir süre boyunca koruyabilmek için, yeraltı sığınaklarından daha etkin birşey olamaz.
İnsanın, bu gezegen üzerindeki yaşam hikayesinden birçok sayfa, Zaman’ın eli tarafından yırtılarak çıkarılmıştır. Ancak, efsaneler, ileri bir medeniyeti yok eden devasa bir afetten bahseder. Kurtulanların çoğu vahşilere dönüşmüştü. Sonradan, “İlâhi haberciler”ce rehabilite edilenler, ilkel durumlardan yükselerek bizim kendi kökenimin de dayandığı geçmiş tarihin uluslarını oluşturdular. “Güneş’ in Çocukları” nın gizli topluluklarının nüfusu azdı, ama bilgileri çoktu Yüksek bilimleri sayesinde, bilhassa Asya’ da, muazzam bir tüneller şebekesi kazdılar.
Tecrit edilme, bu kolonilerin ebedi kanunu olagelmiştir. Filozoflar, bilim adamları, şairler, ressamlar, yazarlar, din ve müzik ile uğraşanlar çabalarını sürdürmek üzere sakin bir ortama gerek duyarlar. Askerlerin ayak sesini, ya da pazaryerinden gelen bağırtılar işitmek istemezler. Çağlar boyunca, bilgeliklerini buna benzer olanlarla paylaşageldiklerinden, hiç kimse bu filozofları egoistlikle suçlayamaz. Bu kopukluk, koruyucu niteliktedir. Bugün kaba kuvvet, ilk çağların zamanlarındaki kadar geçerli değil midir? Kaba kuvvet, teknolojik zırhı içinde belki daha da dehşetlidir. İnsanlığı Büyük Kardeşler’ i (Elder Brothers), karlı tepeler arasındaki gizli vadilerde kaybolmuş ya da dağlardaki tünellerde saklanmış bir halde yaşarlar. Bu kolonilerin gerçekliği üzerine belirtiler, Hindistan , Amerika, Tibet, Rusya, Moğolistan gibi birbirilerinden bu kadar uzakta olan ülkeler ile dünyanın çeşitli bölgelerinden gelmektedir. Zamanın genişliği içinde, bu raporlar geçen beşbin yıl süresince ortaya çıkmıştır. Çeşitli ülkelerde yaşayan insanların hayalleri ile süslenmelerine rağmen gerçeğin tohumlalarını taşıdılar.
Elli yıl kadar önce, Fransız Akademisi’ nden Dr. Fredinand Ossendowski, kendisine Prens Chultun Beyli ve onun Lama’ sı tarafından Moğolistan’ da anlatılan tuhaf bir hikayeden bahsetmiştir. Bu görüşe göre, önceleri Atlantik ve Pasifik Okyanusu’ nda iki kıta bulunuyordu. Bu kıtalar denizin dibine çöktüğünde buralarda yaşayanlardan bazıları muazzam yeraltı sığınaklarına kaçtılar. Bu mağaralar, tarih öncesi insanlığın kaybolmuş halkına hayat veren ve bitkilerin büyümesini sağlayan acayip bir ışıkla kaplıdır. Bu ırk, bilimin en yüksek düzeyine ulaşmıştır.
Polonyalı bilgin, Agharta’nın yeraltı halkının büyük teknik aşamalara ulaştıklarını belirtir. Asya’ daki devasa tünel şebekesinin içinde, yüksek hızda yol alan olağandışı araçlara sahiptirler. Diğer gezegenlerdeki yaşam üzerine çalışmalar yapılmıştır. Ancak, en büyük başarılarını zihin konusunda elde etmişlerdir.
Meşhur kâşif ve ressam Nicholas Roerich’ e, Çin Türkistan’ ı ve Sinkiang’ daki gezileri sırasında uzun yeraltı koridorları gösterilmiştir. Yerel sakinler ona, kasabalarda alış veriş yapmak için tünellerden dışarı çıkan tuhaf insanlardan bahsettiler. Onlara, aldıklarının karşılığını kimsenin teşhis edemediği eski paralarla ödemişlerdi. Roerich, 1935′ de Çin’ deki Kalgan yakınlarında Tsagan Kure’ de konaklarken, “The Guardians” (Gözeticiler) adlı bir makale yazdı. Bu yazıda, eğer çölün ortasında boşluktan çıkıyormuşçasına gizemli adamlar beliriyorsa, bunlar bir yeraltı geçidinden çıkmış olamaz mı, diye soruyor. Nicholas Roerich, bu gizemli ziyaretçiler hakkına Moğollara danıştığında ona birçok ilginç hususlar açıklamışlardır. Yabancılar arada bir at sırtında geliyorlar ve ortalığı fazla meraklandırmamak için tüccar, sığırtmaç ve asker gibi giyiniyorlardı. Moğollar’ a hediyeler vermişlerdi.
Uluslararası bir şöhrete sahip olan ve hem araştırmacı, hem de ressam olarak başarılı sayılan bir kişinin tanıklığı hafifçe geçiştirilemez. Andrew Tomas, bu kâşifle 1935 yılı seferinden sonra Şangay’ da karşılaşma bahtiyarlığına ermiştir. Burada belirtmeliyiz ki, 1926′ da Prof. Roerich ve heyetindeki üyeler, Karakum Dağları’ nın üzerlerinde parlak bir disk izlemişlerdir. Güneşli bir sabahleyin ve üç kuvvetli dürbünle objeyi net bir şekilde gözlediler. Sonra, bu oval araç aniden yönünü değiştirir. Kırk yıl önce Orta Asya’ da ne uçak, ne de balon vardı. Bu, tarih öncesi bir koloniden gelen bir uçan araç mıydı?
Roerich Heyeti, Karakurum Geçiti’ nden geçerken yerli rehberlerden biri kendisine, dağların içlerindeki gizli girişlerden ortaya çıkan uzun boylu, beyaz tenli adam ve kadınlardan bahsetmişti. Bunlar, meşalelerinin ışığı altında karanlıkta görülmüşlerdi. Rehberlerden birinin söylediğine göre, bu gizemli dağ insanları gezginlere de yardım etmişlerdir. Tibet kâşifi Madam A. Davit-Neel, yazılarında Tibetli bir şairden söz eder. Denildiğine göre bu şair, Çin’ in Çinhai eyaletinin boş çölleri ile dağlarının bir yerinde bulunan “tanrıların yurdu” na ulaşan yolu bilmekteydi. Bir keresinde, Madam David-Neel’ e, bu yerden mavi renkte bir yaz çiçeği getirmişti. Halbuki David-Neel’ in bulunduğu bölgede ısı -20 dereceydi ve Dichu Nehri180 cm’ ye kadar donmuştu.
b- Kuzey Şamballa :
1920′ lerde bir Şangay gazetesinde, Dr. Lao-Tsin’ in bir ütopya peşinden Orta Asya’ ya yaptığı seyehat üzerine yazdığı bir makale yayımlandı. Doktor, James Hilton’ un “Lost Horizon” (Kaybolan Ufuk) adlı romanının yayımlanmasından önceki bir tarihe rastlayan bu renkli hikayesinde; Nepal’ li bir Yogi ile Tibet’ in yaylalarına yaptığı tehlikeli geziyi anlatır. İki gezgin, boş bi dağlık bölgede, keskin kuzey rüzgarlarından korunmuş ve çevresine nazaran daha ılıman bir iklime sahip, saklı bir vadi bulurlar. Dr. Lao-Tsin, “Şamballa Kulesi” nden ve merakını uyandıran laboartuvarlardan bahsediyordı. İki gezgin, vadide yaşayanların büyük bilimsel aşamalar yaptıklarını görmüşler, uzun mesafeler dahilinde yapılan olağandışı telepati deneylerini de seyretmişlerdir. Eğer, her şeyi açıklamamak üzere burada yaşayanlara verilmiş herhangi bir sözü olmasaydı, Çinli doktor, vadide geçirdiği günler hakkında daha çok şeyler anlatabilirdi. Doğu’ nun Kuzey Şamballa tradisyonuna göre, Orta Asya’ da şimdi sadece tuz gölleri ile kumların bulunduğu yerde bir zamanlar muazzam bir deniz mevcuttu. Bu denizin, şimdi geriye dağlardan başka hiçbir şeyin kalmadığı bir adası vardı. O uzak devirlerde büyük bir olay meydana geldi:
“Ateş’ in Çocukları’ nın, Venüs’ ten gelen Alev Senyörleri’ nin arabası, püsküren alevden dilleri ile göğü dolduran korlaşmış ateş kütlelerince çevrili olarak, ölçülmeyecek yüksekliklerden hızlı düşüşün görkemli kükreyişi ile göksel mekanların içinden yeryüzüne doğru parladı; Gobi Denizi’ nin sinesinde gülümseyerek uzanan Beyaz Ada’ nın (White Island) üzerinde asılı kalarak durdu.”
Sibirya, Tunguska’ da 1908′ de yere çakılan kozmik uzay gemisi olayının zamanımıza yarattığı tartışmanın çerçevesi içinde bu Sanskrit metinin ciddi olarak incelemeliyiz.
Şamballa, Tibet ve Moğolistan folkloru ile şarkılarında, en yüksek dereceden bir realite biçmine dönüşene kadar yüceltilmiştir. Nicholas Roerich, Orta Asya’ daki bir sefer gezisi sırasında, Şamballa’ nın üç ileri sınır noktasından biri olarak kabul edilen beyaz bir sınır boyu mevkiine rastladı. Lamalık’ta Şamballa inancını ne kadar kuvvetli olduğunu göstermek için, Roerich’ le konuşan Tibet’ li bir rahibin sözlerini aktaralım: “Şamballa halkı zaman zaman dünyaya çıkar. Şamballa’ nın, dünya ortamında yaşayan ortakları ile buluşurlar. İnsanlğın iyiliği için dışarıya kıymetli hediyeler, harikulâde emanetler gönderirler.” Csoma dö Köros (1784-1842), Tibet’ teki budizm geleneklerini inceledikten sonra Şamballa ülkesini Siri Derya Nehri’ nin ötesinde, 45 ile 52 derece kuzey paralelleri arasında yerleştirmiştir. Belçike, Antwep’ de yayımlanan bir onyedinci yüzyıl haritasının Şamballa ülkesini göstermesi dikkate değer bir husustur. Peder Stephen Cacella gibi Orta Asya’ daki ilk Cizvit gezginleri, “Zembala” adında bilinmeyen bir bölgenin varlığını kayıtlarına geçirmişlerdir.
Albay N.M. Prjevalsky ve Dr. A.H. Frank gibi kâşifler, çalışmalarında Şamballa’dan bahsederler. Eski bir Tibet kitabı olan “Then Path to Shambhala” nın (“Şamballa’ya Giden Yol”), Prof. Grünwedel’ce yapılan tercümesi ilginç bir dökümandır. Ancak, coğrafi işaretler sanki bir amaçla belirsiz hale getirilmişlerdir. Yerlerin ve manastırların eski ve yeni isimler ile onlar, tamamen aşina olmayan birinin işine yaramazlar. Koloniler hakkında gerçekten bilgisi olanlar, Gözeticiler’ in insanlık üzerine çalışmalarını engellememek için nerede olduklarını hiçbir zaman açıklamayacaklardır. Ayrıca, Doğu edebiyatı ve folklorunda bu yerlere yapılan atıflar, değişik bölgelerdeki topluluklardan bahsettikleri için bazen çelişkiye düşmüş gibi görünürler.
Andrew Tomas, bu konuyu birçok yıllar inceledikten sonra bu bölümü Himalayalar’ da yazmıştır. Kendisine göre, “Şamballa” adı, Gobi’ deki Beyaz ada’yı, Asya ve diğer yerlerdeki saklı vadiler ile tünelleri ve daha birçok şeyi kapsar. Taoizm’ in kurucusu Lao Tse (İ.Ö. 6. Yy), “batı tanrıçası” olan His Wang Mu’nun yurdunu aramış ve bulmuştu. Taoist gelenek, tanrıçanın binlerce yıl önce bir ölümlü olduğunu doğrulamaktadır. Tanrıça, “ilahi” olduktan sonra, Kun Lun Dağları’ nda inzivaya çekilir. Çinli rahipler, rehbersiz gezginlere geçit vermeyen muhteşem güzellikteki bir vadinin mevcudiyeti üzerine ısrar etmektedirler. Kun Lun Dağları’ ndaki bu vadi, bir cinler topluluğuna hükmeden His Wang Mu’nun yurdudur. Bunlar, dünyanın en büyük bilim adamları olabilirler.
Bu görüş açısından bakıldığında, Roerich Heyeti tarafından (Kun Lun Dağları’ nın bir uzantısı olan) Karakurum Dağları üzerinde acayip bir uçan aracın görünmesi olduça anlamlıdır. Bu acayip disk, “tanrılar” a ait bir uçak olabilir, ya da uzay hangarından gelmiş olabilir.
Şimdiye kadar söylenenlerden anlaşılacağı gibi, gizli topluluklarda yaşayanlarla temas kurmanın zorluğu açıkça bellidir. Yine de bu karşılaşmalar, kayda geçirenlerden çok daha sık olagelmiştir. Kayıtların bulunmaması, bu eski kolonilerin ziyaretçilerinin, haklı nedenlerle, kaçınılmaz bir gizli yemini etmeye bırakılmaları ile açıklanabilir. “Mahatma” lar, Kadim Bilim’ in bekçileri ve Çağlar’ ın Hazinesi’ nin gözetiçileri olduklarından; değişiklil meraklıları, hazine avcıları, ya da süpheciler tarafından rahatsız edilmek istemezler.
Mahatmalar’ ın, insanlığa yardım faaliyetlerinin kapsamını aydınlatıcı bir biçimde özetleyen mektupların birinden aktarma yapmak yerinde olacaktır:
“Sayısız kuşaklarca üstadlar, yalçın kayalıklardan oluşan bir mabed, devasa bir Sonsuz Düşünce Kulesi inşa etmişlerdir. Burada ‘Titan’ yaşamıştır ve daha gerekirse tek başına yaşayacak, buradan ancak her devrenin sonunda, kendisiyle birlikte çalışmak ve sırası geldiğinde boş inançlı insanları aydınlatmak için insanlığın seçkin kişilerini davet etmek üzere çıkacaktır.”
Temmuz 1881′ de Mahatma Koot Humi böyle yazmıştır. Evrim yolundaki büyüklerimizin, “İyi Kanun” un takipçileri kişilerin Atlantis’ ten göçlerini emretmiş olmaları çok muhtemeldir. Atlantis’ in görkemli günlerinde ulaştığı tüm maddesel ve spiritüel aşamalar halâ daha gizli kolonilerde muhafaza ediliyor olabilirler. Bu ufacık Cumhuriyet, Birleşmiş Milletler Organizasyonu’ nda temsil edilmemesine rağmen, Dünya gezegenindeki tek kalıcı devlet ve kayalar kadar eski bir bilimin bekçisi olabilir. Şüpheciler şunu unutmamalıdırlar ki Mahatmalar’ ın Mesajları, belirli bazı hükümetlerin devlet arşivlerinde halâ korunmatadırlar.
Rus folklorunda, içinde hakkaniyetin hükmettiği Kitezh yeraltı kentine dair bir efsane vardır. Çar hükümetince mahkûm edilen İhtiyar İnançlılar (Old Believers) bu Vadedilmiş Ülke’ yi aramışlardı. Gençler, “Nerede bulunacak?” diye sorduklarında ihtiyarlar, “Batu yolunu izleyin”, diye karşılık verdiler. Tatar fatihi Batu Han, batıya doğru ilerleyişine Moğolistandan başlamıştı. Bu yön, ütopyanın Orta Asya’ da bulunacağını belirtiyordu.
Efsanenin diğer bir çeşitlemesinde de Rusya’ daki Sveltloyar Gölü belirliyordu. Ancak, gölün dibi taranıp da birşey bulunamayınca bu iddanın aslı olmadığı anlaşıldı. Kitezh geleneğini Kuzey Şamballa geleneği ile birlikte ele almak gerekir. Aynı şeyi Belovodye Destanı için de söyleyebiliriz.
Rus Coğrafya Derneği’ nin 1903 yılı Dergisi’ nde Korolenko’ nun yazdığı, “Ural Kazakları’nın Belovodye Krallığı’na Yaptıkları Yolculuk” adında bir makale vardır. Aynı şekilde, 1916′ da Batı Sibirya Coğrafya Derneği de Belosliudov’ un “Belovodye Tarihi’ne” başlıklı bir yazısını yayımladı.
Bilimsel kuruluşlarca sunulan bu makalelerin her ikisi de oldukça ilginçtir. Rusya’ daki “Starover” ya da İhtiyar İnaçlılar arasında süregelen tuhaf bir tradisyonda bahsederler. Buna göre, “Belovodye” ya da “Belogorye” -Beyaz Sular’ ın ve Beyaz Dağlar’ ın ülkesi- diye bir yerde dünyasal bir cennet mevcuttur. Şunu da unutmayalım ki Kuzey Şamballa, Beyaz Ada (White Island) üzerine kurulmuştu.
Bu hayalet krallığın coğrafi konumu, ilk anda edinilen izlenimdeki kadar belirsiz olmayabilir. Orta Asya’ da, bazılarının korumakta olduğu, beyaz bir tabaka ile kaplı birçok tuz gölü vardır. Chang Tang ile Kun Lun Dağları’ nın tepeleri de karla kaplıdır
Nicholas Roerich’ in Altay Dağları’ nda edindiği bilgiye göre, büyük göllerin ve yüksek dağların ötesinde bir “gizli vadi” mevcuttu. Birçok kişinin Belovodye’ ye ulaşmak için çabalamasına rağmen, başaramadıklarından söz ediliyordu. Ancak, aradıklarını bulan bazı kişiler, kısa bir süre için orda kalmışlardı. Ondokuzuncu yüzyılda, iki adam bu ütopyaya ulaştılar ve geçici olarak orada yaşadılar. Döndüklerinde, kaybolmuş koloni hakkında harikalardan bahsettiler, ama “diğer harikalardan söz etmelerine izin verilmemişti.”
Bu hikâyenin, daha önce anlattığımız Dr. Lao-Tsin’ inki ile birçok ortak noktası olduğu görülüyor. Roerich’ in bu toplulukların birinden manastırına dönmekte olan bir lama hakkındaki hikâyesinden, bu gizli yerleşim merkezlerindekilerin bilime yönelik kişiler oldukları sonucunu çıkarabiliriz. Bu keşiş, dar bir yeraltı geçidinde kusursuz yetiştirilmiş bir koyunu taşımakta olan iki adama rastlar. Hayvan’ ın, gizli vadide uygulanan bilimsel üretme için kullanıldığını
anlaşılmaktadır.
Misyonerlerin, ondokuzuncu yüzyıldan kalan ve Çin imparatorlarının kritik zamanlarında akıl danışmak üzere “Dağların Cinleri” ne (Genii of the Mountains”) temsilciler gönderdiklerini teyit eden nadide raporları Vatikan Arşivleri’ nde korunmaktadır. Bu dökümanlar, Çinli diplomatların nereye gittiklerini belirtmeseler dahi, sadece Chang Tang, Kn Lun ya da Himalayalar”a gitmiş olabilirlerdi.
Katolik misyonerlerin bu kayıtları (ve Monseigneur Delaplace’ nin yazdığı “Annales de la Propagation de la Foi”), Çinli bilgelerin Çin’ in geçit vermeyen bölgelerinde yaşayan insanüstü varlıklara inandıklarını gösterir. Kayıtlardaki tariflere göre “Çin Koruyucuları” (“Protectors of China”) görünüşte insana benzer ama fizyolojik olarak bizlerden farklıdırlar.
c- Kutsal Dağlar ve Kayıp Kentler :
Dünya üzerindeki birçok dağın “tanrılar” ın yurdu oldukları düşünülür. Bu, bilhassa Hindistan için geçerlidir. Hindular, Nanda Devi, Kailas, Kançencanga ve diğer birçok yüksek tepenin ilahî anlam taşıdıklarına inanırlar. Onlara göre dağlar tanrıların yaşam mekânlarıdır. Dahası, sadece tepeleri değil, dağların içlerini de kutsal sayarlar. Şiva’ nın tahtının Kailas (Kang rimpoche) Dağı’ nda olduğunu söylenir. Ayrıca, Kançencanga üzerine Şiva’ nın gökten indiği de kabul edilir. Tanrıça Lakshmi’ nin ise, Şiva’ nın aksine, bu tepeden cennete yükseldiğine inanılır. Bu efsanelerin analizi sonucunda kişi, insanların arasından tanrıların yaşadığı zamana ait geçmiş bir devirde, iki yönlü bir hava ya da uzay trafiği sürdüğü izlemine kapılıyor.
Medeniyetin ilk ışıklarının ağarmasıyla birlikte, insanlığın vahşetten kurtulmasından bu yana iyilik sever, güçlü tanrılara karşı bir inanç belirdi. Dünyanın belirli bölgeleri ve göklerdeki yaşam yerleri bu uzaylı varlıklara atfedildi. Eski Yunanistan’ da, Parnas ve Olimpos Dağları’ nın tanrıların tahtları olduğu düşünülürdü. Mahabharata’ ya göre, Asuralar göklerde yaşarken Paulomalar ve Kalakanjalar, uzayda yüzmekte olan altın kent Hiranyapura’ da yerleşmişlerdi. Aynı zamanda, Asuralar’ ın yeraltı sarayları da vardı. Uçan yaratıklar Nagalar ve Garudalar’ ın da buna benzer yeraltı yaşam merkezleri mevcuttu. Acaba bu efsaneler, alegorik anlamda uzay platformları, kozmik uçuşlar ve dünyadaki uzay hangarlarından mı bahsediyorlar.
Puranalar, Uzay Boyutları’ nın Ataları (The Ancients of Space Dimensions) olan “Sanakadikalar” dan söz eder. Geçmiş zamanlarda uzay gezilerinin yapılmış olması ihtimalini kabul etmezsek bu varlıklar bir gizem olarak kalacaklardır. Astronomi olmadan yıldızlararası ulaşım imkânsız olduğuna göre, Atala’ nın (yoksa “Atlan” mı?) idarecilerinden Maya’ nın, astronomiyi güneş-tanrı’ dan almış olduğunu belirten Surya Siddhanta, sanki bu bilgin kişinin, kozmik bir köke bağlı olduğunu ima eder.
Tanrılar; Yunanlı, Mısırlı ya da Hindli de olsalar, istisnasız olarak insana işe yarar bilgiler veren ve kritik anlarda onu uyaran velinimet olarak görünürler. Hint metinleri, dünyanın merkezi olan Meru Dağı’ ndan söz ederler. Bu dağ bir yandan Tibet’ teki Kailes Dağı ile tanımlanırken, diğer yandan dünyadan 411,000 mil yüksekliğe ulaştığı da söylenir. Yoksa, Kailas Dağı, Atlantis’ in son afetle yok olmasından önceki tarihlerde dahi mevcut olan ve uzaya açılan bir geçit midir?
d- Shasta Dağı ve Esrarengiz Kızılderiler :
Belirli dağlarda yaşamakta olan üstün varlıklara ait hikâyeler çok yaygındır. Kuzey-batı Pasafiğin Amerikan Kızılderili mitolojilerinde Kaliforniya’ daki Sahsta Dağı önemli bir yer tutar. Efsanelerden biri, Tufan’ dan söz etmektedir. Eski kahramanlardan Çakal’ ın (Coyote) kendini kurtarmak için nasıl Shasta Dağı’ nın tepesine kaçtığı anlatılır. Arkasından yükselen su, zirveye ulaşmaz. Çakal, kuru kalan tek yer olan tepelerde bir ateş yakar. Tufan yatışınca da afetten sağ çıkan birkaç kişiye ateşi getirir ve onların kürtürel kahramanı olur
Bu efsanelerde ayrıca, Uzay-Ruhları’ nın Şefi ‘nin (Chief of the Sky-Spirits) ailesi ile birlikte Shasta Dağı üzerine indirdiği, eski zamanlardan bahsedilir. Dünyalı insanların, Uzaylılar’ ın yaşam yerlerine yaptıkları ziyaretlerden de söz edilmektedir.
Shasta Dağı efsaneleri Büyük Tufan, astronotlar ya da havacıların dünyaya inişi ve dağın içinde yeraltı sığınaklarının tesisi gibi geçmişteki gerçek olaylara dayanıyor olabilir. Dahası, bu koloni halâ yaşıyor olabilir. Bu varsayımı destekleyen kanıtlar mevcuttur.
Geçen yüzyılın ortasında, Kaliforniya’ daki Altına Hücum günlerinden sonra, maden araştırmacıları, Shasta Dağı’ nın üzerinde görülen gizemli parıltılardan söz ettiler. Bunlar bazen açık havada oluştuklarından, yıldırımla bir ilişkileri olamazdı. O zamanlar henüz ülkede elekrtik bulunmadığından, bu parıltıların elektrikle açıklanması da düşünülemezdi. Daha yakın zamanlarda ise, Shasta Dağı üzerinde, arabaların ateşleme tertibatlarında, görünürde bir neden olmadan ortaya çıkan arızaların söz konusu olduğunu görüyoruz.
1931′ de Shasta Dağı’ nda bir orman yangını çıktığı sırada, gizemli bir sis belirmiş ve yangının yayılmasına engel olmuştu. Yangının yarattığı zararın sınır çizgisi yıllar boyunca izlenebildi. Merkezi bölge çevresinde tam bir eğri çiziyordu. 1932′ de Los Angeles Times tarafından tuhaf bir makale yayımlandı. Yazarı Edward Lanser’ in iddasına göre, Shasta Dağı çevresinde yaşayanlarla yaptığı görüşmelerin sonucunda, dağın üzerinde ya da içinde acayip bir topluluğun mevcut olduğunun yıllardır bilindiği gerçeği ortaya çıkmıştı. Hayalet kasabada yaşayanlar, kısa kesilmiş saçları ve alınlarını çevreleyen bantları ile beyaz tenli, uzun boyunlu, asil görünüşte kimselerdi. Uzun, beyaz elbiseler giymişlerdi. Tüccarların dediğine göre, bu adamlar nadiren dükkânlarına gelirler, aldıklarının karşılığını her zaman malların değerini bol bol geçen altın külçeleri ile öderlerdi. Shastalılar, ormanda gördüklerinde ya kaçarak ya da birden ortadan kaybolarak temas kurmaktan kaçınmışlardır. Dağın eteklerinde Shastalılar’ a ait acayip sığırlar belirmiştir. Amerika’ da bilinen hayvanların hiçbirine benzemiyorlardı. Shasta Dağı bölgesinin üzerinde, rokete benzer hava gemilerinin gözlenmiş olması muammayı daha da arttırmaktadır. Bunlar kanatsız ve gürültüsüzdüler. Bazen, Pasifik Okyanusu’ na dalarak gemi ya da denizaltı gibi denizde yollarına devam ettikleri de oluyordu.
Eski Kızılderili efsanelerinin bahsettiği gibi dağın göbeğinde, Uzaylılar’ a ait bir sığınak var mıdır? Bunlar, gerçekten, tüm gezegeni kaplayan bir tufandan, uçan araçlarıyla mı kaçmışlardır?
Buna benzer gizli toplulukların Meksika’ da da bulunması muhtemeldir. Harold T. Wilkins “Mysteries of Ancient South America” (“Kadim Güney Amerika’ nın Gizemleri”) adlı kitabında, Kızılderililer’ le mal değiş tokuşu yapan, bilinmeyen bir Meksika halkından bahseder. Bunların, kaybolmuş bir orman kentinden geldikleri sanılmaktadır.
Roerich’ in kayıtlarında, dağlardan gelip Sinkiang’ da alış veriş yapan ve karşılığını eski altın paralarla ödeyen gizemli adam ve kadınların bahsi geçer. Kaliforniya, Meksika ve Türkistan, birbirinden oldukça uzak yerler, ama yine de acayip kişiler hakkındaki hikâyelerin birçok ortak noktaları var gibi.
L. Taylor Hansen, “He Walked the Americas” (“Amerika Kıtalarının Yürüyerek Geçti”) adlı kitabında, yıllar önce özel uçaklarıyla Yıkatan Cangılı üzerinde uçmakta olan Amerikalı bir çiftten söz eder. Yakıtları tükenince mecburen inişe geçerler, havadan gözlenmeye karşı kamufle edilmiş gizli bir Maya kentine rastlarlar.
Mayalar, kökeni hiç şüphesiz Atlantis’ e dayanan saygıdeğer kültürlerini korumak üzere, dış dünyadan tamamiyle tecrit edilmiş bir halde, geçmişin ihtişamı içinde yaşamaktadır. Amerikalı çift, kentlerinin yerini açıklamayacaklarına dair Mayalara söz verirler; uzun bir süre Yutakan’ da kaldıktan sonra, Meksika’ nın gizli halkının ahlâkî ve entelektüel düzeyi üzerine oldukça övücü izlenimlerle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ ne dönerler.
Tanınmış Amerikalı arkeolog J. L. Stephens “Incidents of Travel in Central America, Chiapas and Yucatan” (“orta Amerika, Çiapalar ve Yukatan Gezilerinden Olaylar”) adlı kitabında, bir İspanyol rahibin 1838-9′ da Cordillera Dağları’ nda gördüklerinin hikâyesini aktarır :
“Büyük bir kent geniş bir mekana yayılıyor, içindeki beyaz kuleler güneşte parıldıyordu. Geleneklere göre, beyaz tenli insanlar arasında bu kente ulaşan hiç olmadığı gibi, yerliler Maya diliyle konuşmakta, tüm topraklarının yabancıların eline geçtiğini bilmekte ve arazilerine girmeye kalkan beyaz adamları öldürmektedirler. Paraları, atlar, sığırları, katırları ya da evcil hayvanları yoktur.”
İspanyol işgalciler, içlerinde muazzam hazine ve malzeme depolarının bulunduğu cangılda saklı olan ileri sınır üslerine ait Aztek tradisyonunu kayıtlara geçirmişlerdi. İşgalciler Meksika’ ya ayak bastıkları zaman, bu yedek üsler hakkındaki bilgi, hemen hemen tamamiyle unutulmuş bulunuyordu. Verrill’ in yazdığına göre, “Bu ‘kaybolmuş kentler’ den herhangi bir tanesini keşfeden birinin bulunmaması, bunların mevcut olmadığı ya da zamanımızda var olmayacakları anlamına gelmez.” Peru ve Bolivya’ nın Quecua Kızılderilileri, And Dağları’ nın içindeki yaygın bir yeraltı tünel şebekesinden bahsederler. İnka öncesi üstad inşaatçıların, mühendislik alanındaki olağandışı başarılarını düşünürsek, bu hikâyeler gerçek olabilir. Albay P.H. Fawcett, Atlantis gerçeğini ispat edebileceğine inandığı kaybolmuş bir kent ararken hayatını feda etmişti. Güney Amerika’ daki bu çeşit bir kentin yıkıntılarını gördüğünü söylüyordu.
Bu geleneksel inançlardan bazıları, bizi Atlantisliler’ in ve Hattâ belki de daha önceki ırkların neslinden gelenlerin kolonilerine ulaştırabileceğinden; kaybolmuş kentler, kutsal dağlar, saklı vadiler ve tünellere ait efsaneler hiçbir önyargı olmadan incelenmelidir.
Kaynak : Agarta-Yeraltı Devleti, Bilim Araştırma Merkezi