ŞİNASİ’NİN MÜNACAAT ŞİİRİNİN TAHLİLİ
ŞİNASİ’NİN MÜNACAAT ŞİİRİNİN TAHLİLİ
MÜNÂCAAT
Hak Teâlâ azamet âleminin pâdişehi
Lâ-mekândır olamaz devletinin taht-gehi (1)
Hâsdır Zât-ı İlâhisine mülk-i ezelî
Bî-hudûd anda olan kevkebe-i lem-yezeli (2)
Eser-i hikmetidir yerle göğün bünyâdı
Dolu boş cümle yed-i kudretinin îcâdı (3)
İzzet ü şânını takdis kılar cümle melek
Eğilir secde eder pîş-i celâlinde felek (4)
Emri vech üzre yer eyler gece gündüz hareket
Değişir tâzelenir mevsim-i feyz ü bereket (5)
Pertev-i rahmetinin lem’asıdır ayla güneş
Tâb-ı hışmından alır alsa cehennem âteş (6)
Şerer-i heybet-i ulviyyesidir yıldızlar
Anların şûlesi gök kubbesini yaldızlar (7)
Kimi sâbit kimi seyyar be-takdîr-i Kadîr
Tanrı’nın varlığına her biri bürhân-ı münîr (8)
Varlığın bilme ne hâcet küre-i âlem ile
Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile (9)
Göremez zâtını mahlûkunun âdî nazarı
Hisseder nûrunu amma ki basiret basan (10)
Vahdet-i zâtına aklımca şehâdet lâzım
Can ü gönlümle münâcât ü ibâdet lâzım(11)
Neş’e-i şevk ile âyâtına tapmak dilerim
Anla var Hâlik’ima gayri ne yapmak dilerim (12)
Ey Şinâsî içimi havf-ı İlâhî dağlar
Sûretim gerçi güler kalb gözüm kan ağlar (13)
Eder isyanıma gönlümde nedâmet galebe
Neyleyim yüz bulamam ye’s ile afvım talebe (14)
Ne dedim tövbeler olsun bu da fi’l-i şerdir
Benim özrüm günehimden iki kat bed-terdir (15)
Nûr-ı rahmet niye güldürmeye rû-yi siyehim
Tanrı’nın mağfiretinden de büyük mü günehim (16)
Bî-nihâye keremi âleme şâmil mi değil
Yoksa âlemde kulu âleme dâhil mi değil (17)
Kulunun za’fına nisbet çoğ ise noksanı
Ya anın kahrına galib mi değil ihsanı (18)
Sehvine oldu sebeb acz-i tabiî kulunun
Hem O’dur âlem-i ma’nîde şefî’i kulunun (19)
Beni afvetmeğe fazl-ı ilâhîsi yeter
Sanma hâşâ kerem-i nâ-mütenâhîsi biter (20)
Şinâsi
Şiirin Tahlili
Şinâsi, Reşid Paşa hakkında yazdığı kasîdelerde ve nesirlerinde Tanzimat devrine has yeni fikirler ortaya koyar. Bu şiirinde ele aldığı tem dinîdir. Tem eski olduğu için burada yeni bir şey yok sanılır. Fakat Namık Kemal’in sözleri bu şiirde yeni bir şeyin bulunduğuna kuvvetli bir delildir. Zira o eski edebiyatın içinde idi, onu biliyor ve eskiler gibi şiir yazıyordu. Bundan dolayı onun, Münâcât karşısında, çok yeni bir şey önünde kalmış olmaktan doğan bu hayranlık duygusunun mânâsı vardır. Namık Kemal’in hayat yolunu ve onunla birlikte edebiyatımızı değiştiren, başka bir ufka doğru götüren bu şiirin değerini ölçmek için, onu eski münâcâtlarla mukayese etmek lâzım gelir. Böyle bir mukayese Münâcât ile gerçekten yeni bir edebiyatın başladığını açıkça gösterir. Biz başka bir yazımızda bu mukayeseyi geniş surette yaptığımız için burada şiirin kendisini tahlil etmeğe çalışacak, onu eski ile teferruat bakımından değil, umumî olarak mukayese edeceğiz.
Namık Kemal’in de belirttiği üzere, Münâcât eskiye bilhassa üslûp bakımından zıttır: “Sadelik”, bu şiirin en mühim hususiyetini teşkil eder. Fakat burada muhteva da değişmiştir. Her eserde olduğu gibi burada da muhteva ile üslûp arasında sıkı bir münasebet mevcuttur. Bundan dolayı başta muhtevayı ele alıyoruz.
Münâcât, muhteva bakımından iki kısma ayrılabilir:
1) 1-20. beyitlerde şâir, Tanrı ile kâinat arasındaki münasebetten,
2) 10-20. beyitlerde kendisi ile Tanrı arasındaki münasebetten bahsediyor.
1. Tanrı, azamet âleminin pâdişâhıdır; fakat ondan ayrıdır ve mekânın ötesindedir. Varlık, onun eseridir; onun emirlerine mutlak surette boyun eğer. Yer onun emriyle gece gündüz hareket eder. Mevsimler, onun emrine göre değişir. Güneş onun merhamet ışığının bir şûlesidir. Yıldızlar onun yüce heybetinin kıvılcımlarıdır. Kimi yerinde duran, kimi dolaşan bu varlıkların her biri, onun mevcudiyetini ispat eden ışıklı birer delildir. Melek ve cehennem gibi gözle görünmez varlıklardan da bahsetmekle beraber, Şinâsi, daha ziyade gözle görülen âlem ve umumiyetle astronomik varlıklar üzerinde duruyor. Onların nizamında bir güzellik ve Tanrı’nın mevcudiyetinin bir delilini buluyor.
Eski Münacaatlar İle Karşılaştırma
Bu muhteva eski münâcâtlarla mukayese olunursa, arada büyük bir fark görülür. Eski münâcâtlara giren malzeme çok kalabalıktır. Bunlarda bilhassa yeryüzüne ait varlıklar üzerinde durulur. Fuzûlî Dîvanı’nın başındaki tevhide bu gözle bakarsak, şâirin nebatlar âlemi içinde kaybolduğunu görürüz. Bir sürü teferruat, manzume boyunca ortaya dökülür. Şâir bunlardan her biri ile ayrı ayrı oynar, teşbihler, mecazlar, bütün bu yapmacık teferruat ve mazmun yığını içinde Tanrı fikri kaybolur. Şâirin maksadının dinî bir duyguyu anlatmaktan ziyade maharet göstermek olduğunu kuvvetle hissederiz. Şinâsi, her şeyden önce, eski münâcâtları dolduran malzeme yığınını ayıklıyor. Tanrı fikrini yeryüzüne ait teferruat ile değil, kâinatın bütünlüğü içinde ortaya koyuyor. Gayesi, sanat göstermekten ziyade, Tanrı ile kâinat arasındaki münasebeti anlatmaktır. Bundan dolayı, fikri örten ve dağıtan kelime oyunlarını da bırakıyor. Minyatürlere çok benzeyen eski münâcâtların karşısında Şinâsi’nin Münâcât’ı sade çizgilerle yapılmış bir desene benzer. Birinde teferruat üzerinde ince işleyen bir kalem, ötekinde birkaç karakteristik hatla bütünü vermek isteyen bir düşünce vardır.
Şinâsi’nin bir düşünceyi ortaya koymak ve bir fikri aklıyla da kabul etmek istediği besbellidir. Bu fikir, Allah’ın varlığı ve birliğidir:
Vahdet-i zâtına aklımca şahâdet lâzım
mısraı bu maksadı açıkça ortaya koyar. Kâinatın varlığı ve onda görülen nizam, Tanrı’nın varlığını gösteren bir delildir. Aklî bir tip olan Şinâsi’nin Tanrı’yı ispat için “objektif’ bir delil olarak kâinatı göstermesi, eskilerden ayrı bir davranış tarzını ifade eder. Eskiler için, Tanrı aklî olarak ispat edilemez. Eski edebiyatımız, akla karşı aşkı savunur. Onlara göre kalbin şahâdeti aklın şahâdetinden üstündür. Fuzulî bir münâcâtında:
Ammâ çü sana kadîmdir zât
İdrâk sana yeter mi heyhât
İdrâkimize kemâl-i hayret
Tevhidine besdürür delâlet
Endîşe-i zât kılmak olmaz,
Bilmek bu yeter ki bilmek olmaz.
der. Şinâsi’nin Allah’ın birliğine “aklınca şahâdet” araması ve bunu “objektif’ bir varlık olan kâinata dayandırması kanaatimizce, Avrupa’da XVIII inci yüzyıldan sonra gelişen aklî ve İlmî dinciliğin tesirinde kalmış olmasından ileri gelir. Fakat o, bu delilin çürüklüğünü hissetmiş gibi, dış dünyadan insana dönüyor; dış gözün Allah’ı göremeyeceğini, fakat iç gözün onun nûrunu “hissedeceğini” söylüyor:
Göremez zâtını mahlûkunun âdî nazarı,
Hisseder nûrunu ammâ ki basîret basarı
Neticede, şarkın eski fikrine dönmekle beraber, şiirde objektif âlemin tasviri, kâinat ile Allah arasında bir münasebet bulunduğu düşüncesi, büyük bir yer tutuyor. Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatında, Batı medeniyetinin tesiriyle, din ile ilim, akıl ile imân, görünen ile görünmeyen âlem arasında bir çarpışma başlar. Abdülhak Hâmid’in eserlerinde bu tezat, panteizm ile hal çaresini bulur. Fakat tezadın fırtınası kendini kuvvetle hissettirir. Tamamıyla İlmî, objektif, pozitif fikirlere sahip olan Beşir Fuad’ın ruhî buhranı ve intiharı, bu devir Türkiye’sinin medeniyet trajedisini çok açık bir şekilde gösterir. Şinâsi’nin “aklımca şahâdet lâzım” sözü ve objektif âleme bakması, hafifçe bu trajedinin başladığını gösterir. Servet-i Fünun’a kadar gizli veya açık bir uzlaştırma hareketi vardır. Beşir Fuad’dan sonra Tevfik Fikret’te dinî buhran tekrar ve çok kuvvetli bir surette patlak verir. Fakat onun karşısında imânı müdafaa eden Mehmet Âkif vardır. Varlığı yok etmek isteyen Âkif Paşa ile Tanrı’yı varlıkta arayan Şinâsi arasındaki gizli ve gayrişuurî tezat, zaman geçtikçe artacak, büyüyecek ve muazzam bir medeniyet buhranı olarak bugüne kadar gelecektir. Devrin ruhu ferde ve fertten eserine aksediyor. Adem Kasidesi ile Münâcât’ta biz sadece Âkif Paşa ile Şinâsi’yi değil, iki devri, iki medeniyeti, iki kâinat anlayışını görüyoruz.
Şinasi’nin Pişmanlıkları ve Tanrı’nın Sonsuz Keremi
2. Şiirin ikinci kısmında Şinâsi, günahlarından, pişmanlıklarından ve Tanrı’nın sonsuz kereminden bahsediyor. Allah’ın ispatı gayesini güden ve dış dünyadan bahseden birinci kısım ile bu kısım arasında bir tezat var gibidir. Allah’ın ispatından bahseden şâir, kâinattan sonra insanı bu açıdan ele alabilirdi. Böyle yapmıyor. Hiç bir hazırlığa lüzum görmeden, korkusunu ve günahını anlatmağa başlıyor. Birinci kısmın tasvirî ve zihnî olmasına karşılık, ikinci kısım, hissî bir karakter taşımaktadır. Bu kısımda Şinâsi, duygusunu canlı ve hareketli bir şekle sokuyor. Tanrı korkusunun içini dağladığını söyleyen şâir, içi ile dışı arasındaki tezadı belirttikten sonra, zikzaklı bir ruh halini anlatıyor. İsyanı nedamet takip ediyor. Arkasından ümitsizlik geliyor. Sonra huzura kavuşuyor. Şâirin huzura bir muhakeme neticesi ulaşması da dikkate değer. 12-18 inci beyitler, içten yapılan bir diyalogun, bir konuşmanın ifadeleridir.
Şinâsi’yi isyana götüren şeyin ne olduğunu bilmiyoruz. Bize sadece onun doğurduğu ruh hali anlatılmıştır. Fakat bu trajedi derin ve sürekli değildir. Tanrı’nın lutfu ve keremi hakkındaki sualler, Hâmid’de olduğu gibi şüphe değil, bilâkis iman ve emniyet ifade ederler.
Ne dedim, tevbeler olsun, bu da fi’l-i şerdir!
mısraında en iyi ifadesini bulan bu iç konuşması, kanaatimizce, edebiyatımızda yeni bir şeydir. Eski edebiyatımızda da isyan, günah, nedamet ve yakarış duyguları vardır. Fakat bu cinsten bir iç konuşmasına pek rastlanılmaz. Diyalog tarzında şiirler yazan Şinâsi’nin bu ifadesinde de biz, Batı (Fransız) şiirinin tesirini görüyoruz.
Üslup Bakımından Tahlil
Şinâsi manzumesinde, eskilerde de bulunan bir temi yeni bir şekilde kullanmıştır. Fakat üslûp bakımından yapmış olduğu yenilik daha çok göze çarpar. Bu üslûbun, Namık Kemal’in de dikkatine çarpan birinci hususiyeti, sade ve açık olmasıdır. Divan şiiri tesadüfen sade ve açık olur. Onda gaye sade ve açık olmak değil, “edebî sanatlar” yapmak suretiyle maharet göstermektir. Divan şiirinin esasını teşkil eden “mazmun” fikri, mecazlar arkasında gizlemekten ibarettir. Açık teşbihlerle başlayan Divan şiiri, gelişerek, zamanla çok ince, çok karışık bir mecaz sanatına varır. Şinâsi bu gelenekten uzaklaşıyor. Ne söyleyecekse onu düz ve açık olarak söylüyor. İşe muhtevada bir temizlik yapmakla başlıyor. Lüzumsuz teferruatı ortadan kaldırıyor. Bir veya iki fikri alıyor, onları genişletiyor. Münâcât’ın iki kısmı, iki basit fikirde toplanabilir:
1 — Tanrı kâinata hâkimdir; yahut kâinat Tanrı’nın varlığını isbat eder.
2 — Tanrı insanı bağışlar. Şâir, manzumesinde bu anafikirleri ortaya koymağa, açıklamağa çalışıyor. Teferruatı ana fikre bağlıyor. Muhtevanın böyle ana fikir etrafında düzenlenmesi bir kompozisyon cehdini gösterir. Şinâsi’nin sadelik ve açıklığı elde etmek için başvurduğu ikinci yol mazmunları ortadan kaldırmak oluyor. Bu hususta Şinâsi o kadar ileri gidiyor ki, içinde hiç bir benzetme, mecaz, “edebî sanat” bulunmayan çıplak mısralar yazıyor. Münâcât’ta benzetme ve mecazların sayısı dördü geçmez. Bütünü ile şiir, fikir ve duyguların yalın olarak ifade edilmelerinden ibaret gibidir. Divan şiirinin hususiyetlerinden biri de günlük dilde konuşulmayan kelimeleri kullanmak, ikizli, üçüzlü v.s. Farsça terkipler yapmaktı. Şinâsi konuşma diline gidiyor. Farsça terkipleri son derece azaltıyor. Bütün bu hususiyetler Şinâsi’nin nesirlerinde de vardır. Şinâsi nesirde de özlü düşünceye, süssüze, yalına ve konuşma diline gider; onun dil hakkında hususî fikirler taşıdığını biliyoruz. Şinâsi sadeleştirme işini tesadüfi olarak değil, şuurlu bir şekilde yapıyor. Bu hareketin arkasında bir kültür ve bir ideoloji vardır. Namık Kemal’in, Şinâsi’nin Münâcât’ını Yunus İlâhîsine benzetmesi dikkate değer. Şinâsi’nin bu manzumesini yazarken Yunus’u göz önünde bulundurduğunu zannetmiyoruz. Fakat hareketi ile onun yoluna girmiş bulunuyor: Halka ve halk diline gidiş. Yunus gibi o da yeni bir edebiyat kuruyor. Edebiyatta teşbihe ve istiareye tahammül edemeyen Beşir Fuad ile edebiyatsız bir edebiyat yaratmak isteyen Orhan Veli, Şinâsi’nin açtığı yoldan gelmişlerdir.
Bu Türkçe sorusunu çözmekte zorlandım. Bir kontrol edebilir misiniz?
Neş’e-yi şevk ile âyâtına tapmak dilerim Anla var hâlikıme gayri ne yapmak dilerim Ey Şinâsî içimi havf-ı ilahî dağlar Sûretim gerçi güler kalb gözüm kan ağlar Bu dizeler aşağıdaki anlayışlardan hangisine ait olabilir?
Halk şiiri
Tanzimat şiiri
Millî edebiyat şiiri
Cumhuriyet şiiri
Divan şiirinde bir münacaat nazım şekli vardır. Allah’a kurtuluş ve sığınma olarak yapılan dualar. Divan şiirinde münacaat sadece kendini aciz ve zavallı göstermek suretiyle Allah’a itiraflarda bulunmak ve onun yardımını talep etmektir. Şinasi Tanzimat döneminin önemli bir yazar ve şairidir, onun yazdığı Münacaat lise kitaplarında üniversitede metin olarak okutulur. Bu münacat klasik münacaatın dışında özellikler taşır. Şiirin ilk sekiz beytinde Allah’ın icraatını sayar ve büyüklüğüne delil olarak gösterir. Bu bilgiler 18-19 yüzyıllarda gelişen bilimlerin verileri ile değil de klasik divan münacaatına göre sıralanmışlardır. Bunları yazmak dinden haberi olan bir kişinin yazdıklarıdır, çünkü birçoğu ayet ve hadislerin mealleri ile örtüşmektedirler.Onbirinci beyitte klasik düşünceye aykırı bir ifade vardır.
Vahdet-i zatına aklımca şehadet lazım
Van u gönlümle münacaatı ibadet lazım.
Bediüzzaman son yüzyıllarda aklın tatmin edilmesini gerektiğini ve aklın hasta olduğunu söyler.” Bediüzzaman bir büyük bir hastahane külliyesidir. Özellikle bütün kitaplı dinlere ait olan itikadı konulardaki hastalanmış olan aklın gördüğü dejenere telakkilerin hepsini gözden geçirmiş sağlıklı ve vahyin terbiyesini almış olan aklın ışığında itikadı bir teşrih-i bedeni insani masasına anatomi masasına yatırmış ve kişiyi, ve itikadi temayı tedavi etmiştir. Mesela Onuncu söz bir teşrihat masasıdır, Bediüzzaman orada yanlış olan haşir konusundaki itikadi yanlışları tedavi eder . Klasik dinde hasta insan yoktur, herşey sağlam bir insana hitap eder. Ama Bediüzzaman ise hasta insana ve hasta topluma , hasta Müslümanlık uygulamalarını tedavi eder. Mesela melaike konusundaki ifadeleri ne kadar hastalığı geniş boyutta gördüğünü gösterir.”
İkinci Esas Melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icmâ-ı mânevî ile-tâbirde ihtilâflarıyla beraber-bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek, bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir. Hattâ, maddiyâtta çok ileri giden hükemâ-i İşrâkiyyunun Meşâiyyun kısmı, melâikenin mânâsını inkâr etmeyerek, “Her bir nevin bir mahiyet-i mücerrede-i ruhâniyeleri vardır” derler. Melâikeyi öyle tâbir ediyorlar. Eski hükemânın işrâkiyyun kısmı dahi melâikenin mânâsında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak “ukùl-ü aşere” ve “erbâbü’l-enva” diye isim vermişler. “Bu cümleyi kuran şahıs felsefe tarihi içinde melaike hakikatına bakışları bilmeden bu emmuzec eleştiriyi yapamaz, sentezi kuramaz. Bu sadece melekler konusunda değildir daha çok konuda Bediüzzaman hastalığı tedavi eder. Bediüzzaman ve hasta toplumun aklını çok yönlü tedavi bir büyük çalışma olur. Aslında artık genel temalardan değil özel temalardan Bediüzzaman’a gitmek gerekir. Mesela yüzyılın hasta toplumu ve melekatı akliye ve Bediüzzaman diye bir sempozyum yapılabilir. Nübüvvet ve haşir vs meselelerden ziyade ayrıntıda genele gidilmesi gerekir. Toplumun gündemine hasta aklın tedavisinden girilebilir, çünkü kimse aklının hasta olduğunun farkında değil. Dikkat edilirse Bediüzzaman namaz bahislerinde de namaz konunusundaki hasta telakkilerden bahsi anlatır.”Namaz kılmayan insan ve namazdan hoşlanmayan nefsim” bir hastalık sözdüdür. Daha başkaları da öyle . Toplum anlama özürlüdür. Dolayısıyla Bediüzzaman leitmotif tekrarlar gibi “ anlamak istersen “ cümlesini çok tekrar eder, burada anlamakta özürlü olan bir insan vardır. Nasıl Allah leitmotif tekrarlar ile vurgu yapar ve kizbinüzerinde durur aynen öyle de Bediüzzaman sürekli belli hasta kavramları nazara arzeder.
Şinasi Münacaat
Hak-teala azamet aleminin padişehi
La-mekandır olamaz devletinin taht-gehi
Hasdır zat-ı ilahisine mülk-i ezeli
Bi-hudud anda olan kevkebe-i lemyezeli
Eser-i hikmetidir yerle göğün bünyadı
Dolu boş cümle yed-i kudretinin icadı
İzzet ü şanını takdis kılar cümle melek
Eğilir secde eder piş-i celalinde felek
Emri vech üzre yer eyler gece gündüz hareket
Değişir tazelenir mevsim-i feyz ü bereket
Pertev-i rahmetinin lemasıdır ayla güneş
Tab-ı hışmından alır alsa cehennem ateş
Şerer-i heybet-i ulviyyesidir yıldızlar
Anların şulesi gök kubbesini yaldızlar
Kimi sabit kimi seyyar be-takdir-i Kadir
Tanrı’nın varlığına her biri bürhan-ı münir
Varlığın bilme ne hacet küre-i alem ile
Yeter isbatına halk ettiği bir zerre bile
Göremez zatını mahlukunun adi nazarı
Hisseder nurunu amma ki basiret basarı
Vahdet-i zatına aklımca şehadet lazım
Can ü gönlümle münacat ü ibadet lazım
Şinasi aklın tatmin edilmesini ister, Avrupa’da Paris’te oğust comte ile görüşmüştür, o filozofa Kırkıncı Hoca Efendi Hazretleri “ öküz kont “ derdi. Yıllar sonra bu öküzü görünce hatırladım. Şinasi ondan etkilenmiş ama yine de itikadını korumuştur, bazı arızalarla. Şinasi o günün Avrupasından ülkesine döndüğünde şiirlerinde hasta aklın bozduğu bir kısım mesaile temas eder, ama genel değil. Bediüzzaman da aklın tatmin edilmesi gerektiğini söylerken hastalığı daha büyük çapta görmüş, hastalığın cemiyet ve itikad ve sosyal bünyede görüldüğü yerleri bir din sosyoloğu ve patolojisti gibi görmüş ve tamir etmiştir.
Neşe-i şevk ile âyâtına tapmak dilerim
Anla var Hâlik’ıma gayrı ne yapmak dilerim
Bu beyitte Şinasi aklım tatmin olursa neşe ve şevk ile sana tapmak isterim der ki doğrudur, Bediüzzaman’ın etrafında yer alanlar bu neşe ve şevki izahların sonunda edinmişlerdir.
Bediüzzaman ilim tarihinin cerbeze ile bozduğu atom konusunda da bahsi vahyin ışığında tamir eder ve der “ Daha bu beş numûne gibi belki beş bin hikmetle tahrik olunan zerrâtın tahavvülâtını, oakılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler “ Bediüzzaman ‘ın aklı öğle yerlerde dolaşır ki adeta hastahanenin teşrih odalarında dolaşan bir insan gibi toplumun hastalıklı her yerini görmüş ve gerek kitaplar gerek insanlar ile görüşmelerinde tedaviyi görmüştür. Çok çoğrafya ve çok insan , çok devir ve zulüm görmek işte hastalıkları belirlemek içindir.
Ey Şinasi içimi havf-ı ilahi dağlar
Suretim gerçi güler kalb gözüm kan ağlar
Eder isyanıma gönlümde nedamet galebe
Neyleyim yüz bulamam ye’s ile afvım talebe
Ne dedim tövbeler olsun bu da fi’l-i şerdir
Benim özrüm günehimden iki kat bed-terdir
Nur-ı rahmet niye güldürmeye ruy-ı siyehim
Tanrı’nın mağfiretinden de büyük mü günehim
Bi-nihaye keremi aleme şamil mi değil
Yoksa alemde kulu aleme dahil mi değil
Kulunun za’fına nisbet çoğ ise noksanı
Ya anın kahrına galib mi değil ihsanı
Sehvine oldu sebeb acz-i tabii kulunun
Hem odur alem-i manide şefi’i kulunun
Beni afvetmeğe fazl-ı ilahisi yeter
Sanma hâşâ kerem-i na-mütenahisi biter
Bediüzzaman’ın Münacaatına gelince, Bediüzzaman eserinde bütün kainatı konuşturur, onların ilimlerle sabit olan hakikatlarını ve fonksiyonlarını sayar , onlara o görevleri yükleyen Allah’ı anar ve onların fonksiyonlu halleri ile dua eder. Divan şiiri ve daha sonraki dönemlerde yapılan münacaatlarla bu metin çok yönden ayrılır. Bediüzzaman bu konuda da tecdid yapmış yeni bir dua şekli getirmiştir. Ama geleneği ve gelinen yeri ve asrı, görmüş ona göre bir dua şekli meydana getirmiştir.
Şinasi semavatı anlatırken
Hasdır zat-ı ilahisine mülk-i ezeli
Bi-hudud anda olan kevkebe-i lemyezeli
Özetle bir semavat ve yıldızlardan bahseder.
Bediüzzaman semavattan bahseder. Ama bahsin içinde o kadar çok yönlülük var ki , astronominin bilgileri ile donatılmış, mukayeseli ve akli bir yol izlenmiştir.
“Ben imanın gözüyle ve Kurân’ın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dersiyle ve ism-i Hakîmin göstermesiyle görüyorum ki, semâvâtta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki, böyle intizamıyla Senin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin.
Ve hiçbir ecram-ı semâviye yoktur ki, sükûtuyla, gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, Senin rubûbiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın.
Ve hiçbir yıldız yoktur ki, mevzun hilkatiyle, muntazam vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümâselet ve müşabehet sikkesiyle Senin haşmet-i ulûhiyetine ve vahdâniyetine işaret ve şehadette bulunmasın.
Ve on iki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki, hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle Senin vücub-u vücuduna şehadet ve saltanat-ı ulûhiyetine işaret etmesin.
Evet, gökler sekeneleriyle, her biri tek başıyla şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, derece-i bedahette, ey zemin ve gökleri yaratan Yaratıcı, Senin vücub-u vücûduna öyle zâhir şehadet, ve ey zerrâtı muntazam mürekkebatıyla tedbirini gören ve idare eden ve bu seyyare yıldızları manzum peykleriyle döndüren, emrine itaat ettiren, Senin vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli şehadet ederler ki, göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nuranî bürhanlar ve parlak deliller o şehadeti tasdik ederler.
Hem bu sâfi, temiz, güzel gökler, fevkalâde büyük ve fevkalâde süratli ecramıyla muntazam bir ordu ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle, Senin rububiyetinin haşmetine ve her şeyi icad eden udretinin azametine zâhir delâlet ve hadsiz semâvâtı ihâta eden hâkimiyetinin ve her bir zîhayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret ve bütün mahlûkat-ı semâviyenin bütün işlerine ve keyfiyetlerine taallûk eden ve avucuna alan, tanzim eden ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin her işe şümûlüne şüphesiz şehadet ederler. Ve o şehadet ve delâlet o kadar zâhirdir ki, güya yıldızlar, şahit olan göklerin şehadet kelimeleri ve tecessüm etmiş nuranî delilleridirler.
Hem semavat meydanında, denizinde, fezasındaki yıldızlar ise, mutî neferler, muntazam sefineler, harika tayyareler, acip lâmbalar gibi vaziyetiyle, Senin saltanat-ı ulûhiyetinin şâşaasını gösteriyorlar. Ve o ordunun efradından bir yıldız olan güneşimizin seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delâlet ve ihtarıyla güneşin sâir arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller; belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler.
Ey Vâcibü’l-Vücûd, ey Vâhid-i Ehad,
Bu harika yıldızlar, bu acîp güneşler, aylar, Senin mülkünde, Senin semâvâtında, Senin emrinle ve kuvvetin ve kudretinle ve Senin idare ve tedbirinle teshir ve tanzim ve tavzif edilmişlerdir. Bütün o ecram-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden birtek Halıka tesbih ederler, tekbir ederler, lisan-ı hal ile Sübhânallah, Allahu Ekber derler. Ben dahi onların bütün tesbihatıyla Seni takdis ederim. “
Semavattan sonra yukarıdan aşağı sema boşluğu, yıldızlar, güneşler , aylar, bulut, berk , rad, rüzgar, yağmur, hava, su, nur , ateş , toprak, bir talimgah, meşher, orduğah olan arz, bahirler, nehirler, çeşmeler ırmaklar. Denizler, dağlar, ağaç , nebat, yaprak, çiçek, insan ve hayvanlar. Bahsin sonunda da enbiya, evliya , asfiya , hepsini bir seremonu tarzında anlatıma sokar . Fenni bilgilerle, çoğrafya, astronomi , nebatat ve hayvanat bilimlerinin verileri ile anlatır ve onların özelliklerini sayar dua eder. Bu eserler sınıflara girmeli Şinasi ‘nin metni yüz yıldır sınıflarda işte keyfiyeti ortada, Diyanet kitapları basıyor bababiyiğitler lazım Bediüzzaman sınıflara girmeli edebiyat, sanat, felsefe, fen bilimleri , psikoloji, antropoloji, fizik , kimya , metamatik , daha nice ilimler. Yoksa o metinleri klasik din algısı ile toplumun göndemine getirmek mümkün mü ?
Şiirleri var Bediüzzaman’ın kurmaca eserleri var hikaye roman ve tiyatro türünde eserler kaleme almış, aforizmaları var, Niçe aforizmaları ile yüzyıllardır insanları zehirliyor. Medresenin dört duvarı arasında kendini büyük bir zaferin mübdii gibi görmek güzel asıl zafer bunların sınıflara girip edebiyatın meseleleri haline gelmesinde.